8 Aralık 2011 Perşembe

gibi



Gölgem misali...


Durulup kalır gibi,
Sonsuz bir bakış gibi,
Diplerini içmemek gibi kahvelerin ve biraların,
Gıdıklanıyormuş taklidi yapmak gibi 
dokunasın diye,
Kırmızı ışıkları sevmek gibi 
daha fazla yanında kalıyorum diye,
Aynı şarkıları sevmek gibi
susarken de konuşabilelim diye...


Misali gölgem... 

2 Aralık 2011 Cuma



Bazen eski zamanlardan birinde aynaya bakmış gibi olursunuz ya, öyle işte...

24 Kasım 2011 Perşembe

atmosferde bir gün




Sevgili blog, sevimli zamanlar yaşıyorum...

Atmosferi katman katman geçince yerçekiminin iyice azaldığı bi noktada dolaşıyo gibiyim.

Artık kısa değil uzun cümleler kuruyorum ister istemez. Dilimin ucunda kelimeler sıraya geçmiş ama daha önce çıkabilmek için yarışıyorlar gibi, ben ayıklarken seçmekte zorlanıyorum. Ama hepsini birden çıkartmaya kalksam, önümde bir 'yığın' görmüş olacağım. O kadar güzel kelime anlamsızca harcanacak gibi geliyor.

"Yabancı"lık mevzunu sorguluyorum biraz. Kime göre yabancı? Bazı insanları gördüğünüzde, iki muhabbet ettiğinizde sanki yıllardır görüşüyormuş, üslubuna yıllardır aşinaymış gibi olursunuz ya; daha önce düet yapmışsınızdır onlarca şarkıda ama artık beste yapmaya kalkışmışsınızdır şimdi sanki.

Esin kaynağı olur Pearl Jam'den "Thin Air" yada Shara Worden'ın iç yakıcı bi nağmesi; 30sc to Mars'ın film gibi klipleri yada herhangi bi postrock şarkısının tırmanan yapısı...

Atmosferin katmanlarında ilerliyorum ama ileriki bi katmana adım atarken de korkmuyorum. Sanki gitmişim bu yolları yada tanıyorum işte yabancı değil. Kafamda/hayallerimde yürümüşüm...

Atmosferin katmanlarında ilerliyorum ama dünyaya doğru kafamı çevirdiğimde ince bi gülümseme alıyo beni. Uzaklaştım diye nası dönücem gibi bi telaşım yok, dönmek istiyo muyum hiç bilmiyorum...

Atmosferin katmanlarında ilerliyorum ve bu yolculukta yanımda şiir okuyan, şarkı söyleyen, resim çizen, heykel yapan, fotoğraf çeken çok "tanıdık" bi yüz görüyorum. Bakıyorum ki o da dolu gözlerle bakıyor bana. Ağzının köşelerinden uçlarını gördüğüm kelimeleri var onun da. Bu kelimelerle yapsak ya bestemizi diyorum?

İnce ince gülümsüyor...

12 Kasım 2011 Cumartesi

"bedavaya öğle yemeği yoktur."




Şimdi efenim, uzun süredir yüzüne bakmadığım ama ikidebir karşıma çıkmış bi bilim dalı bu iktisat. Derslerde, KPSS denen o züttürücüde felan hep karşıma çıkacaktı ama ben kaçtım hep. Kaçtıkça da kovaladı.

Bi sebepten ötürü çalışmak zorunda kaldım kendisini. Karşıma çıkan ilk özlü söz: "bedavaya öğle yemeği yoktur." oldu. Her seçiş bi vazgeçiştir geyiği kısaca. Biri size yemek ısmarlasa bile kaybettiğiniz şey zamanınızdır ve yahut o sırada televizyon izlemeyi yada müzik dinlemeyi değil yemek yemeyi tercih etmişsinizdir örneğin...

Sonra bu muhabbet düşünmeye sevk ederken beni, hep bi kaybedişle dolu olduğumuzu çarptı suratıma. Zevk alsak hoşnut kalsak da mevcut durumdan, hep itmek, uzaklaşmak olduğumuz bişiy olacak, iyi ya da kötü...

Ama bi yandan da şöyle olacak: Tam olarak kaybetmenin yada kazanmanın ne olduğunu anlayamadığımız bi durumla karşı karşıya kalacağız. Çünkü galip geldiğimizi sandığımızı her anda bi mağlubiyet barınacak içimizde. Yada mağlup iken bile, bişiyleri kazanmış olacağız. Mesela yalnız kalmak, ölçüp-tartma yetisi, ders çıkarma, vs vs.

Şimdi bütün bunları niye geveliyorsun diye bi soru duyar gibiyim. Gölge Avcıları Kulübü isimli şaheservari eserde "Varlık'ın ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü yokluğu bilmiyoruz. Yokluğu düşünürken bile aklımızda sonu olmayan bi karanlık, havasız bi ortam gibi fotoğraf kareleri canlanmakta. Ama bu kareleri biliyoruz. Yani karanlığın yada nefes alamamanın nası bişiy olduğunu... Dolayısıyla yokluğun ne olduğunu tam olarak bilemeyeceğimiz için, varlıkla ilgili yorum yapamayız." gibi bi cümle geçmekteydi.

Kaybetmenin yada kazanmanın, mutlu olmanın yada hüzünlü olmanın ne demek olduğunu da; tam tersinin ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için; hissedemeyiz tüm damarlarımızda.

Yaşam dediğimiz olgunun, herhangi bişiyi "tam olarak" hissedebilme çabasından ibaret olduğunu bu blogun bi yerlerine yazmamışsam eğer, şimdi yazmış olayım...




4 Kasım 2011 Cuma


Önünde duran boş yazı sayfasını açtı ve dakikalarca baktı. Bişiyler yazmak istermiş gibi hissediyordu. Ama tam olarak ne yazacağını bilemiyordu. Sanki gece yaratıklarından birileri başucuna oturmuş ve kulaklarına harfler fısıldıyordu. Ama o kadar kısık konuşuyorlardı ki, duymak için kendini kasıyordu. Bu kasma süresince boş boş bakılan kağıt bir fon gibiydi. Sonra bilinçli olup olmadığını tahmin edemediği bi şekilde "Mahrem" yazdı ve kapattı.

"Yeni Metin Belgesi (4) " ismini aldı isim vermediği dosya, şaşırdı. "Yeni Metin Belgesi" adlı dosyalara şöyle bir göz attı. Hepsinde tek kelime yazılıydı. Saklı, Açık, Suskun, Dil, Acı, Mahrem yazılıydı sırayla. Fısıltıyı duyacakmış gibi oldu, duyamadı...

28 Ekim 2011 Cuma

"Çevreye Verdiğimiz Rahatsızlıktan Dolayı Özür Dileriz"




Sokağımızda 2 hafta süren bi çalışma peydah oldu. Bildiğin kazdılar, deldiler asfaltı. Hatta bi kerede delip bitirmediler. Deldiler, asfaltladılar. 1 hafta sonra aynı şeyi tekrar yaptılar. Baya bi kafamızı "okşadılar" sesleriyle.

Engebeli yollardan zıplaya hoplaya geçerken içimde öznesi ve nesnesi karışık küfürler dönüp duruyordu. Herkes gergindi, tüm sokak sakinleri, onlar da geriliyorlardı eminim, sabah erkenden şişik gözlerle uyanırlardı. Ama bi gün bitecekti işte ve zaten belediye "çevreye verdiği rahatsızlıktan dolayı" özür dilemekteydi.

İnsanların hayatına girip çıkıyoruz, aynı şekilde bizim hayatımızda yer alıyor birileri. Öyle içselleştiriyoruz ki bazen, kötü bi son tahmin etsek de oradaki tabelanın hatrına katlanıyoruz. Bi şekilde özür dileyecek birileri. Ama biz affedebilecek miyiz? Ya da özür dileyebilmeyi başarabilecek miyiz?

Orada tabela duruyorken ve bi gün bitecek düşüncesiyle isyan etmekte geç mi kalıyoruz, tembellik mi ediyoruz? Yada o kadar alışmışız ki belediyenin özür dilemesine, her şeyi affetmeye o kadar hazır haldeymişiz ki...

Affetmek erdemdi belki ama zaman gelir affedilen de oluruz. Sokağın alelade bi köşesine yerleştirilmiş ve her sokağa gidildiğinde "aynı" yere konulan tabela ile ikna olmayı kabulleniyor muyuz gerçekten?




26 Eylül 2011 Pazartesi


Karşıma pat diye çıkıveren şeyleri severim. Ama bu kadarı fazlaydı. Daha önce yazmıştım(k) bu hikayeyi!

Çöpü eşeleyen bi hurdacı dayı el arabasına kırık bir gramofonu koyarken; çöpleri eşeleyen kedi, dantel ipine dolanmış halde zıplayıp duruyordu. Aynı kaldırımdan aynı anda ise ağlayan bi kadın geçiyordu. Pes!

Hikayeler mi bizi yazar, biz mi hikayeleri?

16 Eylül 2011 Cuma

sessizlik



Sigarasını doldurarak içtiğinden beri takıntılıydı tütünün izmaritten taşması konusunda. İşaret parmağı ile ortadan yada baş parmağı ile filtreden vurma gibi bi alışkanlığı vardı izmarite. Artık bunu değiştiriyordu biraz. Küllerinin uçuşması her an düşebilecekmiş hissi veriyordu ona. O yüzden kül tablalarının köşelerinde döndürerek kalem kıvamına getirirdi. Bu düzenlilik hissini severdi sigarasında.

Ama yolda yürürken gene vururdu ve bazen tütün yarısı yanmamış halde yere düşerdi, sigarasını bi daha yakmak zorunda kalırdı. Belediye 50 metrede bir kül tablası koysa olmaz mıydı sokaklara? Yarısı yanmamış ve diğer yarısı kararmış olan tütün belki de kararsızlık anlarını hatırlatırdı ona. O yüzden sevmezdi bu görüntüyü. Kararsızlıktan sonra da elinde bi daha yakması gereken şey onu hüzünlendirirdi.

Sonra ağaçları ve direkleri fark etti. Bazı aralıklarla durur, kül tablası kadar rahat olmasa da, bastırarak/döndürerek düzeltirdi küllerini. Bazı duvarlar vardı bi de "mahallenin gençleri" nin tünedikleri. Onlarda iyi olurdu bu düzeltme işinde... Sonra da ince bi gülümsemeyle devam ederdi yoluna. Bu gülümseme hem bi çözüm bulmanın, hem de insanlar bana bakıp ne düşünüyo acaba duygusunun bi yansımasıydı.

Parka gidip otururdu gecenin bazı vakitleri ve tek başına. Gelipgiden, geliphiçgitmeyen, durupduruphatırlanıpunutulan can sıkıntıları vardı, çeşit çeşit... Bu anlarda gökyüzüne bakmayı severdi, sakin sakin... Dalıp giderken sigarasını ağzına götürdüğünde dumanın gelmediğini fark edip yerdeki kararsız tütünü görmesi bir olurdu.

Tam böyle bi gecede, bütün bu 'alışılageldik'ler yaşanırken bi kadın çıkageldi. Yanına oturdu ve sarıldı. Ağlıyordu kadın... Ama yıllardır o anı bekliyorcasına kararlı ağlıyordu. Çıt çıkmıyordu ve kadın, tüm geçmişini arkada bırakmanın cesareti ile sadece onun kollarında ağlamak için ağlıyordu tüm durgunluğu ve naifliğiyle... O da sessizliğinin dili varmışçasına baktı kadına ve kollarını sardı omuz tarafına bi yerlere.

"Beni nası buldun?" dedi adam.
"Ağaçlardaki, duvarlardaki sigara izlerini takip ettim." dedi kadın.

Adam sustu. Kadın sustu.

Sessizlik bu sefer bir müzik oldu ve çalmaya başladı. İkisi de eşlik ettiler ve tabi ki kimse duymadı onları.

Sigara kendi kendine yanmaya başladı...


10 Ağustos 2011 Çarşamba

yal(ı)nız.


Bazen iyidir yalnızlık. Kendini dinlersin. Araya başka sesler karışmadan yani. Başka görüntüler, kokular... Olduğun masadan kalkıp, uzaktan masaya bakmak gibi.

Bazen en sevdiğin şeyleri bırakıp gitmek zorunda kalırsın. Nedendir bilinmez... Bilinir de işte, ikna olmakta zorlanırsın.

Bazen de işte bu resimdeki çocuk gibi; arkandaki ışıklı lunaparka inat, kimsesiz bi banka oturup çekirdek çıtlarsın...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

gidişat



Lisede sonuçları yanlış çıkan matematik soruları olurdu. Bi yerinde işlem hatası yapılmış felan... Ama hocalar bütün soruyu çizip, "sıfır" yazmazdı tabi. "Gidişat"tan puan verirlerdi. Sorunun işlem hatası yapılan yerine kadar belli bi değerlendirme yaparlardı.

Hayatın bu döneminde artık bize gidişattan puan veren ailemiz yok. Bi şekilde yatıştıran, rahatlatan, şımartan, "e olsun, çabaladın olmadı napalım? ", "tamam, canın sağolsun", "bi dahakine olur, nolcak" 'çı cümlelerin sonuna geldik. Belli sıfatlar var, etiketler var üzerime almamız gereken (en azından bunun gerektiğini hissettiğimiz)... Etiket varsa var, yoksa yok. Biz bişiy ola"bil"iyorsak, oluyoruz. "Çok yapmak istemiştim ama yapamadım" gibi cümlelere yer yok.

İş,güçten; statüden, sınıftan bahsediyorum tabi. Yoksa sen nesin, hangi sıfata sahipsin nereden bileceksin. Zaten insanın kendini anlaması en zor şey değil mi? Ve bu değil mi, bizi biriyle dertleşmeye ve "yaa, ben şimdi napıcam" sorusuna karşılık; birinden onay almaya ve uygulamaya iten?

Hayat bundan sonra üniversite hocaları gibi bize, CV'nde ne yazıyosa o'sun sen. Sonuca bakıp, doğruysa çakar 100 puanı. Değilse karalar geçer.

Gidişat mı? Bence en önemli şey, yolda olmanın lezzeti... Bişiy olmana gerek var mıdır, daha doğrusu sana birisinin bi "paye" vermesine? Kitabı okurken kaptırmak gibi kendini, vitrinlerin arasında kaybolmak gibi, müzik dinlerken doğaçlama takılmak gibi... Sonucunun ne olacağının, hatta bi "sonuç" olup olmamasının önemi olmadan.

Bir bilet alayım, sadece gidiş lütfen!




21 Haziran 2011 Salı

Sevgili blog,

Uzun zamandır seni yalnız koyduysam buralarda, bil ki zaman darlığından... Bayadır görüşemediğimiz süre içerisinde sınavlara girdim, bi tanesinden kaldım ve tek-ders sınavına giriyorum. Balodur, kep törenidir, şudur budur derken; işte burdayım yine.

Şunu söyliyim ki mezuniyetin tek derse kalıyor olması bugün ders çalışırken yine bende bi kıvılcım parlattı. Normal sınav öncesinde çalışmadığım, es geçtiğim, "amaaan, buna da bakarım sonra" dediğim bissürü şeye rastladım. Meğersem baya da kilit olanları varmış.

Sonra düşündüm, hayatı normal yaşıyorken, çok fazla da önemsemezken her anını; g.t sıkışıklığı, yada full konsantre durumlarında her şeyi ince ince eliyoruz. Kim bilir neleri görmezden gelip, üç-ders sınavlarında kıvırmaya çalıştık...

Benden bu kadar, titredim ve kendime geldim.

29 Mayıs 2011 Pazar

elbet biraz yersiz


Yıllar önce bi şarkı yapmıştım(k). Şimdi aslında, alakasız bi anda, hatırlayıverince tuhaf oldu. Gömleğimin düğmesinin birden düşüvermesi, hatırlatıverdi. Gariptir, tüm dizeleri de aklıma geliverdi. Buruk bi tadı vardı, durgun bi sesi, naif bi kokusu... Ama sahiciydi bu şarkı, yani bi kerede, öyle gelişine çıkıvermişti. Benimse söylerken duru bi tadım vardı, derin bi sesim, belli belirsiz bi kokum...

Arşiv niteliğindedir:

Her gün teker teker dökülüyor gömleğinin düğmeleri,
Hani sana sanki yapraklar, sonbahar gibi
Bişiyler hatırlatıyor, biraz yoklasan kendini.
Göğsünün ortalarından bi koku geliyor arada burnuna...

Yitirdiğim yerde başlar tüm cümlelerim,
Biraz kararsız olur noktalama işaretlerim,
Elbet biraz yersiz...
Karanlığın ortasında el yordamıyla,
Bulmaya çalışmak sanki anlamsız,
Baktım gördüm karaya vurmuş
Tüm masumiyetim...

Hani vardı ya o, eski bi film miydi neydi
Bi kitap mıydı?
Bi cümle vardı, hayatının orta yerine kıvrılan.
Anahtar kelimelerden yarattın bulmacalar,
Hep ne aradığını bilmeden!


17 Mayıs 2011 Salı

yol



Yine bi yolculuk vardı...

Bu sefer de garip hissediyorum kendimi. Döndüğümde her şey farklı olacakmış gibi.


Trene bindiğimde tenha olacağını düşünmüştüm, yanılmışım. Tıka basa doluydu. Karşımda anne ve 2 çocuğu vardı. Yüzyüze bakıyorduk yani. Küçük kız sürekli "mızmız"lanırken; 8-9 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuk yol boyunca gıkını çıkarmadı. Arada sadece yanındaki "Barcelona" amblemli çantasından bişiyler çıkarıp yiyordu, hepsi bu. Bütün yol boyunca dışarı baktı. Evler, çorak araziler, inek sürüleri çok bi anlam mı ifade ediyodu onun için?

Bu yolculuklarda pencerenin dışarısı, kulağınızdaki müzik, karşınızdaki oturanlar... Hepsi birer fondur aslında. Kafanızdaki düşüncelere, takıntılara, vs yaklaşma anlarıdır hep. Bütün yol, elinizi uzatıyorsunuzdur bi yerlere. Her yeni tabela yeni bi eklem yeridir. Ben de tek katlı kerpiç evlerden oluşan köylere bakarken buldum kendimi birden bire...


Sonra "ekrandan kendime baktım." Değer verdiğim biri "sizin nesil böyle, her şeye ekrandan bakıyorsunuz. Yani hayatı yaşamıyorsunuz. Pasif bi bekleyiş hali! Hayat böyle bişiy değil, gerekirse en klişe hareketleri de yapsanız, olayların içinde olmalısınız. Birşey yapabilme güdüsüdür hayat. Sizse herşeye, hatta kendinize bile, ekrandan bakıyorsunuz." demişti, hatırladım, gülümsedim...

İlk defa yol bitmesin istedim...

22 Nisan 2011 Cuma

gülümseme

Senin yanındayken, avuçlarımda,
Suda sabun gibi eriyor zaman..
Ve sanki yağ gibi kayıp gidiyor
Bir balık ellerimin arasından.

Zeki Ömer Defne



KPSS denen 'ucube' sınava çalışırken yüzümde bi gülümseme peyda oldu. Ama normal gülümsemelerden farklıydı ve yıllar önceki bi gülümseme ile aynıydı. Lise yıllarında Edebi Metinler isimli bi derste karşıma çıkmıştı. Çok bıkkın geçen bir günümü bildiğin kurtarmıştı bu dizeler.

Zamanın 'sabun gibi erimesi' benzetmesinden sonra, 'bir balığın ellerimin arasından kayıp gitmesi' ni eklemek; oldukça başarılı bence.

Nasıl yıllar önce gözümün parlamasına ve sol yanağımı geri çekerek hafifçe gülmeme neden olduysa, yine öyle oldu. Gecenin bi vakti ders çalışan bünyeyi yukarıda geçen dizeleri içeren soru kendine getirdi.


Duygular soyut ya, 'tam' ne olduğunu açıklamak için debeleniriz. Ama hiç bi zaman da açıklayamayız. Bazen somuta çok yaklaştığı anlar olduğunu hissediyoruz. Bazı notaların yanyana gelmesi, bazı harflerin birbirini takip etmesi, bazı renklerin birbirine karışması gibi durumlarda.

Bu somuta yaklaşma anlarında bi çoşku oluyo ya insanın içinde, benim dün geceki ve seneler önceki 'aynı' tonda gülümsemem gibi; bu içselleşme anlarında yapılan şeye de sanat diyolar sanırım...

Bazen "...move away" diye bi şarkı mırıldanıyorum, bazen gitarda "mi-do" geçişleri yapıyorum, bazen de gri ve siyahın hakim olduğu resimlere bakıyorum. Hepsi de aşağı yukarı aynı hissi veriyolar. O 'somut'u farklı biçimlerle arıyorum.

Aslında sürekli duyguyu 'tam' olarak yakalayabilme sevdasının peşine düşüp mü ilgileniyoruz bu işlerle, bilemedim...

19 Nisan 2011 Salı

deniz / liman



Böyle bi duvar yazısı gördüm sokakta yürürken, eve geri dönünce bakıcam dedim, neyin nesiymiş vs...

Önce siyasi bişiy zannettim. "Deniz" isminin özellikle seçilebileceğini düşündüm. Liman olmak, muhafazakar taraflara sığınmak gibi bi eleştiri mi yapılmış acaba? Limandan çık ve özgürlük gibi şeyleri rahatlıkla çağrıştırabilecek denize açıl !?

Sonra siyasi noktadan biraz uzaklaştım. Deniz olmak ne demek? Pek çok şey söylenebilir. Ama "deniz mi, hava mı?" diye bişiy sorulsa farklı şeyler anlatırım mesela. Sorumuz özenle seçilmiş ve "deniz yada liman" şeklinde gelmiş...

Liman olmak, beklemek sanırım. Bişiylerin olacağını hissetmek gibi bişiy. Böyle şefkatli bi anne kucağı gibi de biraz... Denizden gelecek ve karada bir cümbüş/panayır havası yaratacak olan oğlunu bekleyen anne. Ne kadar haşarı da olsa oğlu, hep bekler onu sonra da uğurlar.

Denizde olmak, maceracılık, tek olmak, güçlü olmak gibi şeyler hissettiriyo. Ama denizin bizzat kendisi olmak?

Durgun olmak, azgın sularla taşmak, diplerinde bambaşka hayatlar barındırmak, aysbergin görünmeyen yüzünü saklamak. Bence deniz, babadır. Esas niteliği görünen mavi sularından başka şeylerinin de olmasıdır. Ama hava şartları yada toplumsal etmenler diyelim ona, durgunlaştırır ya da dev dalgalar yaratmasını sağlar.

Anne ve baba, oğulları için ortaklaşa hizmet vermekte. Kimi zaman zarar vermekteler ve yarasını da beraber sarmaktalar.


Böyle şeyler düşündüm işte, yolda giderken dün...

Bu arada "deniz misin liman mı?" yazısı da, aslında bi filmin tanıtım sloganı gibi bişeymiş... Benim için filmden daha fazlası tabi.

5 Nisan 2011 Salı

saatli maarif takvimi



Nerden geldi bilmiyorum ama evimizde bi tane takvim var. Hem de böyle yaprakları yırtmacalı olanlardan. Hani üstünde ezan vakitlerinin yazdığı, yemek yada çocuk ismi önerileri bulunanlardan..

Bundan çok zevk aldığımı düşündüm ben şimdi. Yani onları her gün koparmaktan, günün anlam ve önlemi ile ilgili yazılar okumaktan felan.

Bi de zamanı somutlaştıran bi yani var sanki. Her gün bi tane atıyosun, önceki gün tüm anıları ve hissettirdikleriyle elinde kalmış gibi. Çöpe atarken yada yakarken (evet çünkü ben küçükken, babannem bu takvim yapraklarında hadisler felan olduğunu ve çöpe atmam yerine sobaya atmamı öğütlemişti) farklı hisler besliyosun. Hiç koparmak istememek, sinirle yırtmak, çok sıradan bi şekilde hatta üşenerek takvime doğru yürümek vs...

Somutlaştırma derken, işin bu yönü de var işte. Kendinle bi hesaplaşma gibi bişiy oluyo. Ama hayatın da devam ettiğini, bir elinle bugünün yaprağını koparırken, diğer elinle ise gerideki tomarı kavrarken anlıyosun. Bir yandan da, her bir güne değer veriyosun. Takvimin başına kadar yürüyüp o yaprağı koparma eylemi, senin en azından kendinle başbaşa kalıvermeni sağlıyo...

Şimdi bi de mesela, yalnız yaşayan bi insanın evinde bi gün ölüvereceği ve takvimin o yaprağının değişmeden duracağı; ölüm gününün ona bakılarak anlaşılacağı gibi bi senaryo geldi aklıma. Bu bizim "saatli maarif takvimi" baya bi hüzünlü bişiy be!

Merak ettim de doğumgünümde ne yazıyo acaba diye bakasım geldi. Kuzey Rüzgarları'nın başladığı günde doğmuşum ben. Aslında iki tane Kuzey Rüzgarı varmış biri Haziran'da, biri de Aralık'ta esermiş...Güney Rüzgarları gelene kadar yaklaşık 12 gün boyunca esermiş bu rüzgar. Yazın sıcak günleri için bi ferahlama gibi bişiy belki Haziran'daki için. Ama ayrıksı/garip bi durum, yazın esen serin rüzgar! Benim 'göreli dengesiz' halim de bundan kaynaklanıyo olabilir diye bişiy bile uydurdum şu an.

Antik Yunan'da Boreas isimli bi tanrı, Aralık'ta esen "soğuk Kuzey Rüzgarlarının Tanrısı"ymış bizzat. Karın gelişinin habercisi olan tanrı... Ama Oreithyia isimli "sıcak Dağ Rüzgarlarının Tanrıçası" ile evlenmiş.

Dengesizlik mi demiştim ben?

29 Mart 2011 Salı

ma-aile

Şu düğünlerde yada partilerde felan her masaya gidip bişiyler konuşup, masadaki herkesi bi şekilde güldürebilen ve gülme hali devam ederken "haydi görüşürüz" diyerek diğer masaya geçen aşırı-sosyal insan;

Ailesinin sürekli "şimdi kim bilir nerede" diye gecenin bi vaktine kadar uyumayıp beklediği, babanın azarlama ve hatta dayaklarının kar etmediği problem çocuk;

Tek bir sivilcesini bahane edip kendini birkaç gün boyunca eve kapatan, aynı anda da üniversite sınavına 3.kez hazırlanan genç kadın;

"Eve ekmek götürme" gibi ulvi bi görevi yerine getirip, mesaiden evine dönen, ama yemeği yedikten sonra doğru kaaveye gidip, hem memleketi kurtaran hem de tuttuğu takımı her seneki gibi şampiyon yapan adam;

Giriş katındaki dairesinin penceresinin pervazındaki sigara küllüğü ve kahve fincanı eşliğinde, mahalleliye laf yetiştiren, arada sırada da sepetini bakkala sallandıran teyze;

Haftanın başında terfi alıp yaklaşık 5.000 lira gibi bi maaşa ulaşan ve 3-4 gündür her akşam arkadaşlarına farklı yerde yemek ısmarlayıp, eve taksiyle dönen kadın;

35 yaşına gelmesine rağmen neden evlenmediği dillere pelesenk ve de 1 numaralı dedikodu malzemesi olmuş, tek başına yaşayan, iş-güç sahibi ve eli yüzü düzgün adam;



Biliyorum hepiniz 100 metrekare felan civarımda oturuyorsunuz. Biz kocaman bi aileyiz aslında. Sadece ikili sohbette bulunmadık hepsi bu...

16 Mart 2011 Çarşamba

sol arka cep




Buna düzen mi denir, takıntı mı yoksa alışkanlık mı bilemedim. Ama ceplerim konusunda belli bi yapılagelişim var.

Örneğin, sol ön cepte anahtarlığım ve kulaklığım durur. Sağ önde telefon vardır. Sağ arkada ise cüzdanım bulunmaktadır. Öyle ki, yakın bi yere (bakkal felan) giderken almadığım olur telefonumu mesela. Yolda durup dururken kontrol edesim gelir. Elime attığımda cebin boş olduğunu farkettiğim an; gözlerin hafif açılması, nefesin bir an kesilmesi ve "h.ssiktir" beraberinde gelir ama sonra hatırlar ve rahatlarım. Kısacası ceplerimdeki bu düzeni/takıntıyı/alışkanlığı seviyorum sevgili blog.

Ama eksik bi parça var burda, sol arka cep!

Bu cep normalde boştur. Bişeyin özel bi yeri yoktur. Ama bu boşluktan kaynaklansa gerek, bi anlık dalgınlıkla bişeyler atıveririm. Yada ceplerimdeki düzeni bozmak istemediğimden fazlalıkları oraya koyarım. Yada aceleden bişiyleri "idareten" biricik sol arka cepçiğime koyarım.

Neler çıktı cepten? Çoğunlukla sigara jelatinleri, bozuk paralar, gitar penaları, su şişesi kapakları, sakız kağıtları vs... Ama arada notlar da çıkıveriyo unutulmamak için yazılmış. Mesela geçen 20 lira çıktı, aceleyle oraya koymuşum ve unutmuşum demek ki.

Yani genelde kısa bi süreliğine orda bulunmaları için konulmuş ama sonra unutulmuş şeyler. Hüzünlüdür hepsi bence, "niye unutuldum" diye düşünüyolardır belki. Ama ben aklıma gelip de bi bakınca ve onları görünce mutlu oluyorum. Sol arka cep, sürprizler sunuyo bana, hatırlatıcım oluyo, kirli şeyleri saklamamı sağlıyo.

Diğer cepler bi düzen içindeyken, o böyle biraz "hoppa, zibidi" felan... Diğer üç cep matematikçi, kimyacı ve fizikçi iken, sol arka cep bedenci! Diğer üç cep sonbahar, kış ve ilkbaharken, o yaz! Diğer üçü oturma odası, yatak odası ve mutfakken , o salon!

Herşeye anlam katıyorum ya böyle, mesela bi kadına gitsem, "sol arka cebim" olur musun desem, ne cevap verir acaba?

2 Mart 2011 Çarşamba

arabesque



çocukluğumdan beri ilk yaram,
-ama bu sefer dizlerimde değil-

dudağımın kenarında usul usul,
yaşlanıyor sigaram.

yaşlandıkça bükülüyor beli
yitip gidiyor benim gibi,
besbelli...

tarağı hep yanıbaşında "sabah"ın,
bense dağınık saçlarımla
yeni bir "akşam"dayım.
-ki her akşam yeni bir talan-

yaklaştırma kulağını duyamazsın,
bu,
çocukluğumdan beri
ilk yaram...

24 Şubat 2011 Perşembe

düşüş.



"Kendilerinin yarattığı bu yalnızlık, arkalarında kalmış ve önlerinde duran tüm bu çılgınca zorlamalar ne mutluluğa ne de iç huzura ulaşmak için gösterilen çabalardı. Her biri bir dağı fethetmenin getireceği sevincin ne denli kaypak ve soyut olduğunun farkındaydı. Amundsen Güney Kutbu'nun berbat bir yer olduğunu görmek için oralara gitmişti. Ama o kadar yolu kendi isteğiyle mi gitmişti? Ciddi bir araştırmacı mıydı, erkeksi bir fatih miydi yoksa işi gücü olmayan bir romantik mi? Sıradışı mı olmak istiyordu?" K.Bjornstad - Düşüş

diyivermiş yazar kitabında...

Bişiyleri yapmış olmayı gözümüzde büyüttüğümüz kesin. Yani "nee, çılgın bu adam yau. Bütün parasını Nepal'e yapacağı gezi için ayırmış!" yada "hadi be o adamları canlı dinledin mi, inanmıyorum. Keşke senin yerinde olsam" gibi cümlelerle açıklanabilecek durumları yaşayan insanlar var.

Romanda anlatılan karakterler de iş güç sahibi, oldukça zengin, kodaman, ensesi kalın tipler. Ama bir dağın 6000 metrelik zirvesine tırmanmaya kalkıyorlar. O an paralarıyla pek çok "rahat ve imrenilesi" şeyler de yapabilirler. Ancak dağın zirvesine tırmanmayı tercih ediyorlar. Rahmi Koç'un tek başına (tek başına olmayabilir) yat ile dünya turu yapması gibi bişiy.

Romandaki karakterler yolculuk sırasında anlıyorlar. Çok saçma ve aslında "o kadar da büyütülmeyecek" bişiy olduğunu. Ama döndüklerinde hevesle anlatacakları hikayeleri olacakları kesin. Sıkıntıları, zorlukları, pişmanlıkları bi kenara bırakıp anlatacaklar her şeyi.

Küçükken atarinin olmasını çok istemek, olduktan 1 ay sonra da ondan sıkılmak gibi bişiy bu. Dağa tırmanmak "efsanevi" bi hadise, ama sonra, sıradaki dağ? sıradaki çöl?

İnsanlar bazı şeylere "ulaşılmaz" yada "vayy be, süper olur" etiketini yapıştırdıktan sonra; aslında o kadar da öyle olmadığının farkına varıyo sanırım. Sebebini bilmiyo hatta bazen, "sıradışı olmak" , "herkesin imreneceği biri" olmak?!

Süperkahramanlar kendi hallerinden yakınmaz mı? Dünyaca ünlü starlar neden uyuşturucunun kendini esir almasına izin verir?

"Toplumun dayattıkları..." diye başlıyoruz ya cümleye bazen, o "alternatiflik" in dayattığı şeyler de var bence. Ne kadar uğraşsan o kadar da "farklı" ve "ulaşılmaz" noktada olamazsın kanımca. Anlatacak hikayelerini olur eyvalla, ama bi noktadan sonra bunlar "kendine" farklı gelir mi, onu bilemedim...

9 Şubat 2011 Çarşamba

başı - sonu



başında ya da ortasında değil de, sonundadır hep bişeylerin anlamı.

yani güzel bi meyve yiyip bitirken sonra daha fazla istemek, yada "ne güzeldi be!" demek gibi.

aslında herhangi bişiyin sonunda nasıl hissediyosan, imgelerinde ne canlanıyosa, başını ve ortalarını yaşadığın şeye "sonuna göre" anlam katıyosun. Sabit bir nokta koyup, o "değişmeyecek" noktadan bakıyosun aslında bütün sürece. Değişmeyecek yada değişmesi senin duygularına değil somut olaylara bağlı olan o noktayı bulmak, acı verici de nötrleştirici de olabilir. bu hayatın akışına ve şansına ve tesadüflerine, her neyse, kalmış.

"severek ayrılanlar" modundaki bi ilişkinin bitiş noktasının başı ve ortasına bakışının, "görmeyelim birbirimizi" tadındaki noktadan daha huzurlu, barışçıl, ılımlı olması gibi.


Çok teorik konuşuyo gibi mi oldum ki, bilmiyorum. Ama her şeyin çıkış noktası şuydu aslında:

Eski mahallemizde komşu bi kız çocuğu vardı. Benden küçüktü, ben de işte lisedeydim. Haftada en az 2 kez akşamları gelir, yarım saat yada bir saat otururdu. Muhabbet ederdik, çay içerdik. Ama bahanesi ödevlerini yapmamda yardımcı olmasını istemesiydi. Bazen daha önce yapmış olduğumuz ödevleri silip tekrar getirirdi. Buna bi anlam veremez, bazen de akşamları onla ilgilenmek "zorunda" bırakıldığım için sinir olurdum.

Ama şimdi bitiş noktasından, yani o ortaokuldaki kızın anne ve babasının 2 sene önce boşanmış olduğu haberini aldığımdan, sonra hikaye farklı gözükmekte.

Evdeki gürültü onu korkuturdu belki kimbilir. Bi ağbisi vardı, o da bağırıp çağırırdı. Ağbisinin yerine beni koyardı belki. Aile o kadar gergin akşamlar yaşardı ki kimse kızın dersleriyle ilgilenmez, hatta kız 'ödevim var' demeye bile çekinirdi.

Bitiş noktalarını hikayeyi güzelleştirmek için güzel tutmaya 'zor'lamalı mıyız, bu soruya ise cevap vermek zor...

22 Ocak 2011 Cumartesi

dizlerin duruyor mu başımı koyacak?




Gene ben geldim anne...

Sen bilmedin ben de kestiremedim tam olarak, ama 14-15 yıl önce sarıldığım gibi sarıldım sana.

Mahallemizdeki deli beni kovalıyordu, ondan korkmuş ve kaçmıştım da seni kapının girişinde görmüş öylece atlamıştım boynuna. Evet, boynunun sıcaklığını hatırlıyorum,dokusunu da, yumuşacıktı...

Yine sabahın bi vakti sarılıverdim, uyandırdım seni. Bu sefer daha sıcaktı, uyuduğundan herhalde, yine yumuşacıktı. Uyandın birden, önce telaşlandım bişiy mi oldu diye, sonra gülümsedin, aynı yıllar önce olduğu gibi. Yüzün yıllar önceki gibiydi. Hüzün ve gülümseme bir arada, saf bi sevgide olduğu gibi...

Sonra kendimi düşündüm...

Artık sigara kokuyorum anne, hiç duymadığın terimlerle konuşuyorum. En sevdiğim şarkıyı duymak bile istemezsin, hayatında belki de görmek bile istemeyeceğin yerlere gittim. En sevdiğim yemek de, itiraf ediyorum ki, senin yaptığın bi yemek değil.

Sen bana sarılırken bi an yabancılaşıp bunları, yani kendimi, düşündüm. Gözlerim açıktı. Ama seninki kapalıydı eminim ki, belki de beni ilk emzirişini düşünüyodun o an. Sonra bu en yalnız ve kendimiz olduğumuz anı, emzirme anı olarak kurguladım. Sustum ve o sıcacık boynunun içlerine doğru sokuldum.

Hep sen konuştun, bense sustum. Konuşmayı bilemezdim ki henüz. Sadece bi an yüzüme baktığında gülümsedim. Daha doğrusu sağ dudağımı hafifçe yukarı bükmeye çalıştım.

Ağladığımı sezdin mi, bilmiyorum...



19 Ocak 2011 Çarşamba

ben de almışım o gece mikrofonu elime...




Bazen sadece ve sadece şımarmak ister ya insan, sevdiği insanlarla beraber olup (yanyana yada gönül gönüle) anlamsızca gülmek ister gözleri yaşarana kadar.

Ben de almışım o gece mikrofonu elime ve şımara şımara, tripten tribe gire gire söylemeye başlamışım.

Geçmişim neymiş, ben kimmişim, o an orada öyle yapmam gerekiyomuymuş mühim değilmiş. Bir zaman parçasına tutunup, gözlerimi kapamış ve eğlenmişim.

Sırıtık sırıtık dolaşmışım bütün gece, işte öyle...

11 Ocak 2011 Salı

şiirimsi.



farkında mıydın bilmem,
ellerin konuşuyordu.
benimse gözlerimde pus!
o kadar alışmışım ki
dağılınca farkedebildim
havanın parçalı bulutlu olduğunu...

bilmem farkında mıydın ama,
gözlerim konuşuyordu.
seninse ellerinde is!
o kadar alışmışsın ki
daha fazla kirletince, anlayamadın da;
gerçekte dokunduğunun ne olduğunu...

9 Ocak 2011 Pazar

this will destroy you!


This Will Destroy You - Young Mountain EP

All songs written and composed by This Will Destroy You.
No. Title Length
1. "Quiet" 4:53
2. "The World is Our ___" 7:12
3. "I Believe in Your Victory" 6:32
4. "Grandfather Clock" 2:37
5. "Happiness: We're All in it Together" 8:34
6. "There Are Some Remedies Worse Than the Disease" 6:18
Total length:
36:00


Sevgili blog,

Bu aralar ilham gelesi bi durumdayım galiba sevgili blog. Alakasız bişiylerle bişileri bağdaştırma durumu yaratıcılığı zorlar kanımca. Böyle yatağıma gömülesi, bu adamları dinleyesi ve hayal kurası bile haldeyim...


"Quiet" demişler ilk önce, sessiz ol! Bir dur ve düşün ne yaptığını, nası biri olduğunu... Hani gece kafanı yastığa koyarsın ya, o sessizlik işte. Kendini kandırmaktan en fazla "kaçamadığın" anlar... Bu dünya inişli çıkışlı giden bi yaşam alanı. Ama aynı zamanda da ölüm yerimiz, hani yoğun bakımda hasta makineye bağlıdır. Bir anda monoton ses kesilir ya, yerini uzun-tiz bi sese bırakır ve makineye baktığında grafik düz çizgidir. "The World is Our ___" , dünyada bize herşeyin bittiğini gösteren o manasız/soyut ama bi o kadar da manalı ve somut yerimizdir.

Ama bu bunaldığın,sıkıldığın, sessiz kaldığın ama her zaman düz çizginin çıkabileceği hayatta yine bi gün mutluluğa ulaşabileceğini düşünürsün. Sen bizzat kendin yada başkaları artık bu 'asrı saadet'in yaklaştığını düşünürler."I Believe in Your Victory".

Sonra da zaman yavaş yavaş akmaya başlar, çünkü mutluluğu bulmuşsundur tıpkı o antika saate bakan bir ihtiyarı hayal ettiğin gibi... "Grandfather Clock" . Cebinden saati aheste aheste çıkarıp; yüzyılların tortularını barındırır halde gözlüğün altından bakar ya. Öyle dolu dolu akar işte zaman.

Mutluluğu yakaladıktan sonra ise kaybetmeyecekmişsine alışırsın; gerçi kaybedecekmiş gibi korkmak da iç içedir bu duyguyla. Karışıktır... Ama bi şekilde karşındaki ile beraber vardığın bi duygudur. "Happiness: We're All in it Together"

Sonra ise ışıklar söner ya, birden yaralar böyle açılmaya başlar. Kaçmak kar etmez, sessiz kalman yastığınla durduramaz seni. Aslında çaresini bilirsin, yapacağın şeyi de bilirsin. Hastalıklı/sorunlu hislerinle, kendinle ne yapman gerektiğini çok iyi bilirsin ama, "There Are Some Remedies Worse Than the Disease", bazen diyemezsin işte. Bile bile ladese tutuşursun. Çareler/merhemler, kendi derdinden daha bunaltıcı, kötü haldedir. Cevaplarından kaçarsın belki de...O noktadan sonra yine susmaya başlarsın sanki, herşey başa döner. "Quiet"