25 Aralık 2010 Cumartesi

durum filmleri/ post-rock/ postmodern zamanlar...

Sinema ve edebiyat konusuna ucundan kıyısından; müzik konusunda oldukça yoğun bi ilgim var sevgili blog.

Şimdi bi zamanların karikatürünün dediği gibi, "Utanmadan İddia Ediyorum!"

Bana sorarsanız 1900'lerin son çeyreğinde hızını alıp, 21. yüzyılda giderek ve giderek karakteristiği oturan "durum/kesit/festival/sanat filmleri" akımı ile müzikte 21.yüzyılın rock müziği olarak adlandırılan post-rock birbirine çok benzemekte!

Şöyle ki:

Efenim durum filmlerini bilirsiniz; taksiye binip gittiği yere varana kadar taksinin içindeki adamı çeken kameralar, filmdeki repliklerin toplasan 2-3 sayfayı geçmeyecek düzeyde olması, genelde filmde müziğin minimum kullanılması gibi...

Post-Rock ise genelde vokalin olmadığı enstrümantal, tipik rock enstrümanları... Ama elektronik yada keman,piyano gibi öğeler de kullanılabiliyor. 10 hatta daha fazla dakikalık şarkılar vs...

Şimdi;

Bu iki sanat alt-dalının bana hissettirdiği şöyle bişi var. "Gel, konsantre ol, moda gir ve bizim dediğimizi anlamaya çalış!" Sıkılmadan bi durum filmini bitirmek zor işdir, yada yatağa uzanıp 10 dakka boyunca sözsüz bir şarkıyı dinlemek...

Ama bence tam olarak da bunu istiyorlar bizden, filmdeki insanı anlaman için gerekirse sıkılman/bunalman lazım çünkü o insanın böyle bi dünyası var. Filmler sadece 'büyük insanların/kahramanların" hikayesini anlatmaz. Bu 'küçük hayatı' anlaman için bu insanı yaşamalısın!

Post-Rock şarkılarında ise herhangi bi şiirsel metin geçmiyorsa şarkıda, şarkıda hayal kurmamızı sağlayabilen tek donemiz, şarkının ismi... Bu isim üzerinden şarkıyı dinlerken kendinizce bi hikaye kurgulayıp onu yaşıyosunuz. Sert giren gitarlar, kaos yaratıcı efektler sizi duygu durumlarına sürüklüyor. Örneğin Explosions In The Sky'ın efsanevi "First Breath After Coma" şarkısını yada This Will Destroy You'nun "Threads" ini tavsiye ederim bu pratik için...

Sonuç olarak beylik bir laf olarak da görsek, "büyük anlatılar"ın önemsenmediği postmodern zamanların iki önemli fotoğraf karesi bence, post-rock ve durum filmleri... Küçük hikayeleri, sana "hissettirmeye" çalışarak, onunla bütünleştirerek paylaşıyorlar. O küçük dünyaya konsantre olup, küçük küçük ipuçlarıyla zevk alabiliyosun oyundan...

Haa, şimdi aklıma geldi, bişi hissettirmeye uğraşmalarının nedeni, insanevladının giderek hissizleşmesi midir ki?

13 Aralık 2010 Pazartesi

dönüş



Bir çocuğu babasını öldürme fikrine iten şey ne olabilir?

Ya da ondan sonra, hayatın en tuhaf gerçekleriyle karşılaşınca, nefret ettiği babaya sarılmasına iten şey?

Bir babanın yıllar sonra çıkıp-gelip, kendini oğullarına alıştırma çabası; en fazla ne kadar sancılı olabilir?

İki kardeş birbirinden ne kadar farklı olabilir?

Ve de Rusya'da gerçekten bu kadar güzel olan yerler var mıdır?

Andrei Zvyagintsev ve filmi "The Return"...

Sevdim seni...

10 Aralık 2010 Cuma

resimleri dünyanın...

Ölmeden önce hayatının bir film şeridi gibi geçmesi teması kullanılır ya filmlerde..

İşte ben bu anlatım tarzının klişe de olsa çok yerinde olduğuna karar verdim!

Metin Üstündağ şöyle demiş: "Yaşamıyoruz, resimlerine bakıyoruz dünyanın!"

Teoman da şöyle demiş: "Dün de yok, yarın da yok. Sonsuz bi şimdi içinde o an, nefessiz kaldım."

Hayat diye tabir ettiğimiz serüven içinde; bizi biz yapan, parçalar bıraktığımız/ kendimize parçalar eklediğimiz anlar, hep bi fotoğraf karesi halinde gelir gözümüzün önüne.

Bu bi şekil "anı biriktirmece" oyunudur aslında sanırım.

Yaşadığımız sadece tek bi "an", geçmişsiz ve geleceksiz... Onu da kavrayamıyoruz zaten, dedim ya, "an"lık işte... Ama arada bi albümü açıp iyisiyle kötüsüyle fotoğraflara göz gezdirince, somut bi şekilde senin esasen "ne" olduğunu ve "ne şekilde" yaşadığını farkediyosun!

Bu anı biriktirmece oyununu oynamak güzel, doğru düzgün poz vermeyi bilmek kaydıyla...

18 Kasım 2010 Perşembe

sokak.



Bu ve bunun gibi pek çok sokağından geçtim, şehirde 3 saat boyunca yürürken.

Bi sözü hatırladım: "Sokaklarını gezmeden ve kadınıyla yada erkeğiyle yatmadan bir şehri anlayamazsın!"

Bütün köşebaşlarında, bahçelerde, dükkanlarda, mezarlıklarda farklı hikayeler olduğuna eminim. Ne de isterdim rastgele evlerden birine girip elde kameralarla televizyoncu numarası yapıp her şeyi öğrenmeyi. Sonra ise sağdan soldan topladığım ipuçlarıyla onlara hikayeler yazdım.

Nedense uydurduğum hikayelerin, onları daha fazla sevindireceğini düşündüm...

yeni başlayanlar için bayram


1) Bayramda bi ziyaretteyken, bu adam/kadın beni tanıyor ve bana adımla hitap ediyor da ben nasıl tanımıyorum? Peki ben şimdi nasıl seslenicem diyenlerdenseniz. Hemen şehirdeki bi değişiklik, futbol yada güncel siyaset ile ilgili bi sohbet çevirmeye çalışın, hitap cümlesi kullanmanıza gerek kalmaz ve başkaları da muhabbete dahil olur, böylece yırtarsanız.

2) Ziyaretine gittiğiniz teyze kendisinin baklavası geri çevrilince godzillaya dönüşüyorsa ama siz gırtlağınıza kadar baklava olmuşsanız. Yarım yada bir diş yiyeceksiniz kaçış yok, sonrası için ise bekleyeceksiniz. Bütün tabakların toplanması, suların gelmesi gitmesi sürecinde; tabağınızı bir şekilde araya sıkıştıracaksınız. Önemli uyarı! Sakın baştan yemek istemiyorum demeyin, bütün baklava dilimlerini bütün dikkatler üzerinizdeyken yemek zorunda kalırsınız. Hatta 'bi tabak daha ister misin' sorusundan dahi kaçamayabilirsiniz...

3) Kurban kesmeyen insanlardan en iyisinden "fakir", en kötüsünden "kafir" olarak bahseden akrabalarınız varsa, bi önerim yok, ortamdan uzaklaşın.

4) Bayram ziyaretine gittiğimizde zaten el öpüyoruz, bi de çıkarken de iyi bayramlar dilerken tekrar mı el öpücez diyenlerdenmisiniz?
Artık kalksak mı muhabbeti geçtiğinde hemen kapıya yönelin. Ayakkabımın bağcığı çok zor bağlanıyor 'numarası' yapın. Siz uzuun uzun bağlarken, kapıda belli bir yoğunluk olacak; montlar, ayakkabı çekçekleri, laflar, el öpmeler, 'selam söle'ler havada uçuşacaktır. Siz de bu kalabalık arasında bir delik bulup 'allaasmağladık, iyi bayramlar' diyince, kimse buna alınmayacaktır emin olun.

5) Uzun süredir görmediğiniz akrabalarınıza karşı sabırlı olun. Unutmayın ki 8 yıldır aynı iktidar, bilmemkaç yıldır aynı iş, aynı eş, aynı ev; onlar için değişen şeyler sayılı, bunlardan biri de sizin boyunuz ve üniversitede okuyor oluşunuz. Bence birilerinin dikkatini çekip böyle bi anekdot verebildiğiniz için mutlu olun (?!)

15 Kasım 2010 Pazartesi

genel.

Efenim vizeler bitti. Bayram dolayısıyla memlekete gelme seansını da tamamladık.

Bir gece yolculuğu yaptım. Yarı-uyur olduğum zamanları atarsam, biraz düşündüm genel olarak. Sonra "blogu çok boş bıraktın ulan!" dedim.

Valla sınav döneminde o kadar çok şey vardı ki aklımda, şimdi hiç birini net olarak hatırlamıyor olmak gerçekten hüzün verici...

Tesadüfleri sever olduğum, çok çalışmanın karşılığını göremediğim, az çalışmanın karşılığında şansımın faydasını gördüğüm bi sınav dönemi oldu.

Yolda biraz üşüdüm sanırım, dün bütün gün üşümek, ateşimin çıkması ve kusmak üçlemesi arasında geçti. Hiç yaşanmamış kabul edilebilir kolayca. Oysa ki daha KPDS denilen illete çalışacağım, günlerimin boşa geçmemesi lazım diğ mi?

Saçımı kestirdim sonra, aylar olmuştu, 4 ay felan kesin vardır belki de 5. Neden kestirmedin diye sorarsanız belli bi cevabı yok. Üşendim, memleketteki berberin muhabbetini daha çok seviyorum, para harcamak istemedim durup dururken gibi nedenler... Bu açıklamaları koyunca alt alta, kendimle ne kadar 'az' alakalı olduğum sonucunu çıkardım acımasızca.

Bi de bizim aile için önemli bi ferdim ben gerçekten. Otomatik neşe ve hüzün verebilme gibi bi yanımı iki gün arayla görmüş oldum...

Böyle işte, çok edebiyat kastırasım bi iki güzel şey söyleyesim yok, genel şeyler sevgili blog...

4 Kasım 2010 Perşembe

etrafı dinliyorum, alıcılarım açık!


Efenim, böyle oluyor insana işte, birisinin söylediği bir laf kulaklarınızda çınlayıp duruveriyor günler boyunca. Halbuki o insan bunu sadece geyik olsun, laf olsun, bi kelimeyi cümle içinde kullanmış olayım gibi nedenlerden dolayı söylemiş olabiliyor. Ama etkileniyorsunuz işte. O an için kafanızı kurcalayan şeylerden birine değiyor o cümleler, yada hoşunuza gidiveriyor vs...

Bi gün eski bi arkadaşınızla eski günleri konuşurken "şöyle şöyle demiştin hatırlıyor musun" muhabbeti geçtiğinde hatırlamıyorsan; bil ki sen de farkında olmadan birinin hayatına bi şekilde bi cümle söylemişsindir, pek de farkında olmadan.

Fazla eskiye gitmeyip, son birkaç haftadan örnekler sunucam bu cümlelere dair:


"Adam korkmadan açıklamış ağbi eşcinsel olduğunu, zaten kendine karşı olan korkunu halledersen, diğerleri havacıva bence..."

"Biliyor musun, desen ki sevgilinle ne yaptın sen diye, hiç bişi diyemem. Hep sıradan şeyler; özel bi anım olmadı, hatırlamıyorum yani..."

"Bu adamlar bu şarkıyı yapsa yapsa birbirlerini keselerken yapmışlardır!"

"Duygular çok karışık, ama en azından bişiler hissedebilmek güzel"

"Olmayınca olmuyor hacı işte, düzelir diye bekleyerek birbirimizi daha çok yıprattık aslında."

"Kumarhanedeki insanlar o kadar umutsuz bi haldeler ki görmen lazım ağbi. Zaten umutsuz adam kumar oynar. İyi haber almamış, yakın zamanda alamayacak olan kişi oynar. Mesela kolu çevirirken hep 'şimdi kazanıcam' hissiyatı vardır. Gelmeyecek iyi haberi beklemek gibi bişiydir bu..."


Bu insanlar hep yanımda olsa ne iyi olur lan böyle değ mi? Ben not ederim hep bi yerlere, onlar söylesinler yeter ki...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Üşümek.



Babam "omuzlarının üşüdüğünü hissetmeye başladığın zaman, kış gelmiş demektir. İşte iyi giyin o zaman, ne olacak 2 dakika balkona çıkıcam bişi olmaz deme, iyi giyin!" demişti.

Babam her şeyle ilgili böyle tüyolar verebilseydi ya. "Birisi bi cümle daha söylese sana karşı, kızacaksın; bunu anladın mı hemen terket orayı..." gibi mesela.

Evet, kış geldi iyice galiba. Ankara denen şehirde "içlik" denen nesnenin önemini kavrıyorsunuz mesela. Önceden 'ne saçma, nası rahat ediyor insanlar, biraz kıromsu bi hareket değil mi ki bunu giymek' diye düşünürken, içlik, aralık-ocak aylarında biricik kurtarıcım oluyor.

Bi de bu şehire karbonmonoksit yağıyor gerçekten. Öyle şiirde bi eksantiriklik olsun diye söylenen bi laf değil bu. Bildiğin yağıyor, üstünüz başınız karbon, ciğerleriniz monoksit...

Bi de bere mesela, onu da takmazdım hiç. Ya da garip renkte, desende bişiler varsa geyiğine takardım. Ama şimdi, şapkasız çıkmam ağbi modundayım.

****************

Gereksiz dallara atladığım bi yazı oluyor bu. Bi kendime geleyim, evet...Şunu demek istiyorum kısaca. Babamdan yardım istiyorum. Evet baba bu şehre kış geldi iyice. İçlik ve beremi dolaptan çıkarıp daha el altında bi yere koydum. Atkımla karbonmonoksitinden korunmaya çalışıcam bu şehrin...

Ama mesela,
Ya ruhumda bi kararsızlık varsa, kalbimde bi heyecansızlık, mantığım tüm adımlarıma saçma diyorsa; yada kendimden kaçmak istiyorsam bazen. Ne yapayım? Gözlerim kaçıyorsa bişilerden, diğer gözlerden? Bi gün söylemek üzere sakladığım kelimelerim varsa ağzımın bi köşesine saklanmış, ama arada bir yanlardan taşıyosa bazıları? Kelimelerin törpülenmesi gereken sivri köşeleri olmaya başlamışsa? Ne yapayım?

Mesela birileri varsa etrafımda aksini söyleyen ama ben olimpiyat meşalesi taşıyormuşçasına taşıyorsam kendimi ve kendi 'gerçeğimi', sonrasında üzüleceğimi bilip yine de yapıyorsam bazı şeyleri, bir mükafat alacakmışçasına mağrur isem tüm bunları yaparken, birileri konuşurken çılgınca ben susmayı becerebiliyorsam ama konuşmam gereken yerde hala daha susuyorsam mesela...

Ne yapayım?

Omuzlarım üşümeye başladı baba...

17 Ekim 2010 Pazar

Meslek: Müzik Dilenciliği

Lise yıllarında, "kariyer planınızı yapın!" sloganıyla ortaya çıkan testler vardı. Oradaki soruları cevaplar geleceğimizi çizmeye çalışırdık, hangi meslek bize uygundur sorusuna cevap bulmaya çalışırdık.

Şimdi ise test mest yapmadan böyle içimden gelen, kendimi görmek istediğim mesleği yazıyorum: "Müzik Dilenciliği"

Evet abi, güzel bi şarkı işitmek için yanıp tutuştuğum günleri bilirim. Çok sevdiğin bi grubun yeni albümünün kötü olmasının verdiği duygudan nefret ederim. Haftalarca iyi bir şarkı bulup içselleştirmediğim zaman deliririm.

Ama iyi şarkı bulmayı da tek başıma yapamam ki, işte bu yüzden sağdan soldan duymak isterim. Arabesk olsun, pop olsun, rock ve altdalları, jazz vs farketmez. bi şekilde "o iyi şarkı" yı bulmam ve günde 100 kere dinlemem lazım...

Şimdi örnek vereceğim 6-7 tane, bu "sağdan soldan" gelenlere açık olma işine.. Hatta linkleri aşağıya koydum. Hepsini dinlemezsiniz biliyorum, ben de dinlemezdim. Ama isimleri ve tarzları aşağı yukarı kestirebilin diye açıklama yapiyim, hayatıma değen noktalarıyla beraber. Haa, isterseniz dinleyin tabi...


İndie dediğimiz eski İngiliz müziğinin devamı olan bi tarzları var. Yazın yağmur yağarken(!) bulmuştum bu şarkıyı, yağmurla beraber iyi gitmişti. Vokali ve gidişatı/bölümleri oldukça hoş bence.

As Tall As Lions - Stab City


Orhan Baba demek boşa değil. Tamam, bazen katılıyorum en azından bu "baba" laflarına, mesela bu şarkıda... Bu melodiye can kurban, nasıl buldun bunu yaw?
Orhan Gencebay - Gurbet


Türkü diyip geçmicen hacıabi, böyle tatlı tatlı çalın, iyi sözler yazın, ciğerimi yiyin! Yarı- ağlak söylediğimi bilirim. O yüzden sadece çok çok özel zamanlarda dinlemeyi severim.
Cengiz Özkan - Kırmızı Buğday


Vokalsiz müzik bi b.ka benzer mi ki? Post-rock denen bu müzik, olur diyor, güzel yapılırsa olur. Tercihen, yatakta uzanırken kulaklıktan dinleyin...
God Is An Astronaut - All Is Violent, All Is Bright


Hayatımın şarkısı bu bi kere. Çok iddialı mı oldu bilmem ama. Grubumuzun vokali olan sevgili abimiz Chino "away" diye bağırırken ölmek istiyorum. Evet, ciddiyim. Çok dokunaklı sesin var p.zevenk, kıskanırım...
Deftones - Change (In The House of Flies)


Değer verdiğim insanlardan birinin tavsiyesi, birden bilgisayarda sıkıcı bişiyle uğraşmak zorundayken ben, yetişti imdada. Sardı bedenimi, bırakmadı da. Kısık sesle bu kadar güzel şarkı söylenir işte.Bi de yağmur altında da süper gidiyo, test edildi, onaylandı...
Ida - Late Blues

Pop müzik diyip de geçmemek lazım mesela, böyle melodi böyle gidişatlandırma, iyisiniz sizler. Elektronik altyapıyı böyle yaparsanız olur işte, sevgili popçular!
Owl City - Fireflies


Bu liste uzar gider işte...

Haa bi de, Allah rızası için bi şarkı!

14 Ekim 2010 Perşembe

"sometimes the truth is stranger than fiction"


diye bi şarkı vardı galiba, aklıma geliverdi.

böyle zamanlarda, insan zekasının kurgu coğrafyasını aşabilen bi zekanın olduğunu düşünüp, tanrısal bilgi/kudrete saygı duyarım.

ama aynı zamanda, bunu bazen "kötü gerçekler" olarak sunduğu ve bizi üzdüğü/ canımızı sıktığı için de saygı duymam.

sonra da "ee noldu şimdi yani?" der ve yoluma devam ederim,

öyle işte...

8 Ekim 2010 Cuma

kulak misafiri



"Bakma bana öyle" . "Çünkü bakınca konuşamıyorum, konuşamayınca düşüncelerimi dile getiremiyorum. Sonsuza kadar bakışabilsek keşke, tek isteğim bu. Ama bak bu insanlar, ışıklar, gözler, arabalar, ağaçlar... Yani konuşmam gerekiyor, çünkü susamayız daha fazla..."

dedi adamın teki yanındaki kadına, ben yorgunlukla ve sırtımda yüklerle, en zombi halimle dönerken evime, bu gece...

Sonra yıllar önce bi insanevladı ile yaptığım konuşmayı hatırladım.

" Ne biliyim şu yaşantımız olmasa, bu düzen, bu aileler, bu insanlar; hatta dünya olmasa. Uzay gibi bi boşluk olsa, kimsenin olmadığı, yalnızca ikimiz... Ve biz, şu an çimlere uzanıp birbirimize baktığımız gibi baksak o simsiyah yerde. Sadece baksak, sonsuza kadar..."

çok iddialı buldum bu lafları, nasıl söylemişim ulan! Bu kadar mı sevmişim ?! Hepsi bir dişinin gönlünü daha fazla kazanabilmek için söylenmiş şeyler olabilir. Ama o an gerçekten samimi olarak bunu söylediğimi zannediyorum.

Sonra insan herhangi bi duyguyu herhangi bi şekilde en az bir kere derinden hissetmiştir, hisseder diye düşündüm. Korkma, kıskançlık, nefret, şefkat, vs... Ama sonra unutulup gidiyor, o duyguyu bir daha yakalayabilmek için rulet masasında hep kırmızıya koyuyoruz ve her defasında kaybediyoruz. Yada o kadar büyük bi meblağ kazanamıyoruz bi daha.

diye de düşündüm.

Siz ikiniz nolursunuz bilmiyorum ama sevgili çift, yıllar sonra hatırlanacak bir sahne yaşadınız az önce, hem de yalnızca ikinizin hatırlamayacağı...

30 Eylül 2010 Perşembe

bişi diyim mi?


Bence sen, insanoğlu! Hiç bi yere gidemiyosun biliyo musun? Bişileri anladığını düşünüyosun, ahanda galiba çözdüm hayatın sırrını diyosun, sonra ise ben kimim ki neyin peşindeyim böyle diyosun.

Bence sen, insanoğlu! Neden geldiğini çözmek için dünyaya, bu dünyada neler yapıp kendine bir 'geliş sebebi' yaratabileceğini düşünmüyor, es geçiyosun.

Bence sen, insanoğlu! Bencil olmanın yanında kıskançsın da. Haa ama öyle gerekli bişiy değil bu. Herkes herkesi kıskanıyo sanki. Başkaları dünyanın sırrını çözmüş değil, yada çok popüler insanlar değiller; rockstar olsan peygamber olsan nolur zaten. Yada tamam belki popülerler ama bundan memnun değiller bence. Zaten memnun olduğundan ne kadar emin olabilirsin ki?

Bence sen, insanoğlu! Kıyaslamayla çalışan bi kafan var. Bunu yenemiyosun, üstesinden gelemiyosun. Hep birileri senden daha iyi, daha çalışkan, daha seksi, daha onurlu, daha saçma, daha çirkin, daha geveze vs...

Bence sen, insanoğlu! Gereğinden fazla 'sen' değilsin.

23 Eylül 2010 Perşembe

arasıcak.

Rüya diye diye, sağda solda konuşa konuşa, bloga da yazdıktan sonra; sanırım beyin bu kadar düşünmeye dayanamadı ve rüya gördü sevgili blog. Bu da şartlandırmanın gücünü gösterir elbet.

Ama beklediğimin/umduğumun aksine, saçma rüyalar kapsamında bişiyle karşılaştım. Anlatmaya değer mi bilmiyorum ama şöyle ki:


Yakın zamanda Sunlight Ascending diye bi grup dinlemiştim. Ascending ne demek diye merak etmişim sanırım. Rüyamda anlamına bakıyorum ve Tureng'de anlamı 'hülyalara dalmak' olarak çıkıyor. Fena değilmiş yahu diyorum "Gün Işığının Hülyalara Dalması" eylemi enteresan olabilir gerçekten,edebiymiş, fotojenikmiş vs... Ama meğersem gerçek anlamı 'yükselmek,artmak,çıkmak' gibi şeylermiş, sabah bir hışımla bakınca anladım. Hayır gerçek anlamı da 'hülyalara dalmak' veya yakın bişi olsaydı, o zaman süper bi hoşgeldin demiş olurdu rüyalar alemi bana ama, neyse...

Rüya maceram beynimin aşırı şartlanması sonucu böyle bir patlak verdi, aylar sonra görüğüm rüyanın içeriğinin sadece Tureng'den ibaret olması ise ironik tabi.

Bi de birtakım sevdiğim kişilerin hayatları kötü bi yönde gitse de, bu hafta iyi haberler, olumlu şeylerle dolu oldu benim için. Böyle bildiğin 'otomatik neşe' durumu var geçen haftaya nazaran. İnsanoğlu işte sevgili blog, günü gününü tutmuyor ama işlerin yolunda gitmesi sevindirici benim açımdan, aynı zamanda değer verdiğim insanların kötü günler geçirmesi de o kadar üzücü.

Bi de Tureng değil de en azından ekşisözlük felan görseydim bari rüyada, iyiydi...

21 Eylül 2010 Salı

rüya mı? o da ne?



Bu blogun bi yerlerine uzun zamandır rüya görmediğim ve gördüysem de hatırlamadığım üzerine bişiler yazdım mı bilmiyorum. Mübalağasız 7-8 aydır rüya diye herhangi bişi hatırlamıyorum. Ne biliyim Ankara'ya ilk geldiğim seneki rüya trafiğim oldukça yoğundu ve radarlar, trafik ışıkları ile doluydu hızını yavaşlatmak üzre. Bu birkaç senede bu farklılığın sebebini pek anlayamıyorum.

Biraz bilimsel olarak mevzuuyu araştırmaya çalışayım dedim. Elimdeki ilk veri uykumun çok ağır olmasının getirileri üstüne:


Sandığım aksine uykunun REM safhasından sonra kısa uyanmalar yaşayan insan daha rahat hatırlayabiliyor. Bense bi yattığımı biliyorum bi kalktığımı...

İkinci veri hayatında derin izler bırakacak olayların yaşanmaması durumu:

Yani, eskiden ne kadar derin izler taşıyan şeyler yaşadıysam bugün de aynı şeyler aşağı yukarı. Ki saçma sapan şeyler üzerine rüyalar görmüş olan bi insan olarak, pek de önemli etmen olduğunu düşünmüyorum.

Bi de şöyle bişi var: "Çocukluk çağından itibaren bastırılarak bilinçaltına itilen arzular ve korkular, rüyalar sırasında su yüzüne çıkıyor ve bu gerçeklerle yüzleşiyoruz. Ancak bu rüyaların çoğu uyanınca hatırlanmıyor ve bu nedenle önemi anlaşılmıyor."

Freud Amcam haklı olabilir ama 1 senedir mi çocukluk çağımdan itibaren bastırdığım o arzu ve korkular su yüzüne çıkmakta, buna uymadı diyip geçiyim sanki..

Bi de Crick diye bi amca var. Ters-öğrenme diye bi teorisi var. Dediğine göre rüyaların esas amacı unutmakmış, yani beyindeki gereksiz bilgilerin yok edilmesi için beyin rüya görürmüş. Bi nevi her gece kuru temizleyiciye gidermiş beynimiz...Bu manada hatırlamamanın daha iyi olduğunu söylemekte kendisi.

Durum buysa mutlu oldum. Beyin her sabah daha taze uyanıyor demek ki. Hem de bunu söyleyen Nobel ödüllü bilimadamıymış. Ama henüz bu 'ters-öğrenme' muhabbeti ispatlanamamış.

Sonuç olarak, çok da takmamak gerek sanırım bu rüya görmeme/hatırlamama muhabbetini. Ama bundan 2 sene önce nerdeyse haftada 3-4 gün rüya konusunda boş geçmezken bugün bu halde olmayı garipsiyorum. Belki de çok daha değişik nedenler vardır, ne biliyim. Ama tarihöncesi insanların rüya görüp anlam veremedikleri ve şaşırdıklarını hayal ediyorum da öyle olucam sanırım rüya gördüğüm ve hatırladığım gün..

16 Eylül 2010 Perşembe

"Şurdan İki Kilo Melankoli Tartar Mısın Dayı?"




"Northern Exposure diye bi dizi izliyorum uzun zamandır. Yeni bişi değil 90'ların başında çekilmiş. Biraz Mahallenin Muhtarlarının Alaska'da çekilen versiyonu gibi. Ama içine felsefe, kızılderililik, 'uzakta olma' sosları eklenmiş. Eğlencesi de dramı da kıvamında. Mahallelinin içtenliği hissiyatı ve insan olmanın getirdiği acizlikler, çaresizlikler, eğlenceler, '-mış gibi gösterme'ler hepsi iyi harmanlanmış, tavsiye ederim şiddetle.

3.sezon idi sanırım, edilen bi laf, beni benden aldı yine:
"Life turns on a dime, and somehow, we muddle through."

Hayat denen otomobil birden direksiyonunu sertçe çevirebiliyor, şoför uyuyakalabiliyor, şarampole yuvarlanacakmış duygusu verebiliyor. Lastik patlayıp yolda kalabiliyorsun, acil yardım bazen meşgul çalıyor bazen aradığımız yardımlara ulaşılamıyor. Ama her nedense bi şekilde üstesinden gelebiliyoruz. Son anda frene basıyoruz, sakat/ağır yaralı kalabiliyoruz, otostop çekip yola devam da ediyoruz bazen. Zaten üstesinden gelemediğimiz an, biz yokuz ki. Bi yerde okumuştum/duymuştum:
"Ölümden neden korkayım ki: ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok."

Evet, 'her şeyin üst üste gelme sendromu' neticesinde vardığım kanı bu yönde. Bi şekilde üstesinden gelicez. Gelemediğimiz an, zaten endişelenmemiz için bi neden olmıycak...
"

Bütün bunları aklından geçirirken, yazar uyuyakalır. Gördüğü rüya mıdır gerçek mi bilemez. Manavın önündedir sanki, tezgahlara bakar. Siyah tüller, bez parçaları, karga tüyleri, terlikler, meyveler vs... Hepsi simsiyah. Manava sorar:

- Hissiyat kaldı mı elinde acaba?
* Var tezgah altında bi kaç bişi.
- Şurdan 2 kilo melankoli tartar mısın dayı?
* 3 milyonluk olsa olur mu yeğenim?
......

15 Eylül 2010 Çarşamba

eylülsıkıntısı.


Uzun zamandır bir şey yazmadığımın farkındayım sevgili blog, ama tıkanmış durumdayım biraz galiba. Aklıma gelen pek çok ufak tefek, 'tekil hayat/küçük dünya' anektodlarına gülüp geçiyorum sanki. Halbuki farkındasın ki bunları severim sevgili blog. Arabanın arkasına asılan çocuklar ve pencereler üzerine geviş getirmişliğim vardır.

Çok fazla içine dönünce insan belki de böyle oluyordur. Dışarıdan gelen tetikleyicilerin etkisi azalıyordur, bilemedim.

Tabi başka şeylerle de uğraşıyorum yazmak üzerine, belki de bu yüzden onlara konsantre olmaklığın verdiği bi rahatlık/umursamazlık da olabilir.

Bi de her şey üst üste geliyor ki, sevdiğim insanları kırıyorum ister istemez. Bu durumdan bunalıyorum. Tuttuğum takımın hezimeti ve sabah sabah bütün bunlara ek olarak aldığım kötü haber ve önümde duran tepecik oluşturmuş bulaşıklar. Evet 'her şeyin üst üste gelmesi vakıası'nda güçsüz kalıyorum çoğu kez, beceremiyorum pek sanırım.

Aslında uzaktan bakıp maddeleri önüne koyunca iyi başlaması gereken öğretim sezonu/şehir hayatı hafif buruk böyle kekremsi bir tat bıraktı damağımızda. Şimdilik böyle sevgili blog, alışkın olmadığın bir yazıyı bırakıyorum sana, sen de kusra bakma...

27 Ağustos 2010 Cuma

tuvalet fırçası.



Sabah sabah bu başlık ne böyle demeyin, sabah kalkıp tuvalete girdim ve aklıma geldi, ne var!

Bu aletin adını cümle içinde kaç kere kullandık bilmiyorum, ama her gün elimizin değdiği bi gerçek. Ben lise döneminde bi züccaciyede çalıştığım için, günlük hayatta kullandığım kelime gruplarından biriydi. "teyze tuvalet fırçalarının beyazlarından kalmadı, pazartesi gelicek(aslında gelmicektir)" yada "toptancı nihat abiyi aradım,tuvalet fırçalarını 2,5 milyondan veririm diyor." gibi.

Bunun haricinde ise hayatımda başka biriyle konuşurken her gün dokunduğum bu şeyin bahsinin geçtiğini hatırlamam. İnsan çirkinlikleri konuşmak istemiyor galiba. Kendini kötü hissediyo yada bilemedim. Başbakan da olsan, b.kunun artıklarını o fırçayla temizliyosun arkadaş! ötesi yok bunun. Ama darbe dönemlerinde çalınması yasak şarkılar gibi bi şey bu...

Bizim evde banyo giderinin tıkanmasını hatırlıyorum. Herkes banyoya girip o iğrenç tabloyla(fazla ayrıntı vermiyorum) karşılaşmıştır, ama kimse durumu düzeltmek için adım atmamakta ve o çirkinliği görmezden gelmektedir. Belki o tablonun oluşmasında katkısı olduğunu yadsımak istemektedir. 'Ne ben yapıcam ya, o yapmıştır' diye yakıştıramamaktadır kendine.

Modernlik bu 'nezaket'i getirdi galiba sevgili blog. Hepimiz kendimizi Versay'daki kont ve düşesler gibi mi görmeye çalışıyoruz bilmiyorum ama ulan her gün o tuvalet fırçasına elliyoruz ve bu hayatımıza konu olmuyor, çok garip değil mi?

Ama hepimiz çömelerek/oturarak vücudumuzdaki artıkları dışarı çıkarıyoruz, hatta yüzümüz iğrenç bi hal alarak, kızararak, bozararak yapıyoruz bunu. Sonra da o yaptığımızı tuvalet fırçasıyla temizliyoruz, ohh be!

Bi de hepimizin k.çında kıl var!

17 Ağustos 2010 Salı

Moe'nun Vasiyeti



"The Simpsons" isimli çizgi filmi sevmeyen yok gibi sanırım. Kemal Sunal yada Sezen Aksu gibi bişi bu. Sevmeyen yok arkadaş! Ben de deli gibi severim, televizyonda denk geldiğim zaman illaki koltuğa kaykılıverip izlerim.

Amerikan toplumuna, dine, siyasete zaman zaman çok esaslı eleştiriler getirdiğini düşünürüm The Simpsons'ın.. En sevdiğim karakterler Homer ve babası olmakla beraber, Millhouse da sempati oklarımı çekmektedir..

Efenim, geçen yine Simpsons'ı seyreylemekteydim. Moe'nun(şehirdeki pub'ın/meyhanenin sahibi) etrafında dönen bi hikaye ise beni benden aldı. Dizi bunları arada yapıyor ama büyük ihtimal ben hazırlıksız yakalandım, gözlerim doldu desem inanın, saçmalama len! demeyin. Şöyle ki:


Moe eski zamanlardan birinde bir kadınla tanışır, ilişkileri başlar. Aynı dönemde Moe hırsızlık yaparak altın dolu bir çantayı ele geçirir. Kadınla beraber bi gelecek hayali kurmaktadırlar. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı kadın Moe'yu terkeder.

Bu noktadan sonra beni hislendiren olay vücut buluyor. Moe bu terkedilişten sonra pub'ı kapatır ve içeride kendini alkole verir. Çaldığı altın paraların artık bi anlamı olmadığını düşünür. Pub'taki müzik kutusuna altın paraları birer birer atarak kadınla ikisinin şarkısını çalar haftalar boyunca. Sonra da vasiyetini hazırlar. Öldükten sonra müzik kutusunu açıp paraları almasını ister, vasiyeti bulanların..


Hikaye daha sonra çok daha absürt bi yere kaymakta tabi ki, ama bu altın paralar-kadın- müzik kutusu üçgenindeki hikayeyi büyüterek bi filmin son 30 dakkasını çok vurucu halde de çekebiliriz bence. Dramanın zirvesine varabilir, hatta gayet arabesk bi final yapabiliriz.

Sanırım eldeki malzemenin nası kullanılacağı çok önemli. Simpsons'ın yapımcıları bunu 2-3 dakkalık bi detay olarak görürken bi başkası filmi bunun üstüne çekebilir. Nerden baktığımız ve neyi-nerde kullanacağımız ve istersek vurucu, istersek ayrıntı, istersek temel direk yapabilmek mühimmiş sevgili blog, bunu da öğrenmiş, Moe'yu da daha bi sevmiş olduk...

6 Ağustos 2010 Cuma

N.'nin Otobüsleri




Biliyorum, başlığı görünce bilenlerin aklına "Adem'in Trenleri" filmi gelicek. Ama yok ona benzer bişi anlatmıycam bu sefer.

Sevgili arkadaşım N. ile bir süredir sık sık görüşmekteyiz. Kendisi konuşma arasındaki suskunluk hallerini hiç sevmemekte ve kendi yorumuyla sırf bu anlar olmasın diye saçmasapan konuşmalara imza atabilmekte. Bugün ona Teoman'ın bi ropörtajında okuduğum yorumunu söyledim. "...evime ziyarete gelen insanların sayısı azdır ki ben böyle istiyorum. İnsan eğer yanyanayken konuşmuyor ve böylece saatler geçirebiliyosa gerçek arkadaş demektir." gibi bişiler yazıyodu genel tema olarak. Sanırım bu yorumumla onu düşündürdüm oldukça. Bi yandan da ailevi yapılarımızın ileride dinlediğimiz müziklere etkileri hususunda yaptığı bi yorum da beni düşünmeye sevk etti. Bu tarz muhabbetleri sevdiğimi yazmıştım sevgili blog, zihin açıcı ve samimi..

Diyceksiniz ki otobüs diyodun,noldu yaw? Sevgili N. mütemadiyen yoldan geçen otobüslere laf atmakta. Nası oluyo demeyin. Bu laf atmalar "aa otobüs!" gibi safiyane ve çocuksu tepkiler yada "bak yakışıklı muavinin olduğu otobüs, geçen gene bu otobüsteyim...." gibi hikaye havasına bürünebiliyor. Aman bu muydu otobüs muhabbeti yani demeyin, bu N. bunu sürekli yapıyor. Onla yürürken yoldan geçen otobüsü farketmeniz, içinin doluluğu üzerine tepkiler gösterip, başka bi otobüs muhabbetine bağlamanız işten değil.

Niye bundan bahsediyorsun diyceksin belki de. Efenim insanlar algıda seçici oluyorlar illa ki. Ömrünün her günü otobüste geçen birinin şoför ve muavinleri tanıması son derece doğal. Önemli olan N.nin otobüs görüp mutlu olması ve otobüsü kardeşi, sevdiceğini görmüş gibi adeta selamlamak istemesi; bu çok garip. Kendisi de bunu "küçük şeylerden mutlu oluyorum bak ne güzel!" diyerek açıklıyor. Ama şunu bil ki, küçük şeylerden mutsuz da oluyosun sevgili N.


Velhasıl kelam, esasen birşeylere anlam yüklemeye ben de bayılırım sevgili blog. Ama N. gibi her yerde dile getir(e)mem. Belki bu benim eksikliğim yada belki de çok da gerekli bişi değildir, bilemiyorum. Belki de insan kendine saklamalı bu anlam kattığı şeyleri, çok daha özel olarak kalması için. Tahmin edebiliyorum, otobüs onun için ailesine kavuşmak yada sıkıcı bir akşam geçirmek, evde sıcak bi yemek, okuldaki arkadaşlarını görmek, duraktan eve yürüyeceği yolun yoruculuğu, otobüs kartını kontrol ederken cebinde kaç parası olduğunu düşünmek, parayı vermek için bozuklukları sayarken arkasındakini fazla bekletmekten çekinmek, bi yeri soran amcaya tam tarif edemiyceği için 'bilmiyorum orasını' demek, beklemek, sıkılmak, ayakta kalmak/yer vermek, vs gibi şeyler ifade ediyo olabilir.

Peki benim için? Sanırım benim için belediye otobüsleri pek fazla şey ifade etmiyo. Ancak benim derdim şehirlerarası işleyenlerle. Gitmek ve dönmek fiilinin zamanla şehirler arasında yer değiştirdiğini farkettiğim an otobüsteydim. Artık memleketime doğru yol alırken 'gidiyor', üniversteyi okuduğum bu şehire gelirken ise 'dönüyordum'. Yolda sevdiğim şarkıların değerini daha iyi anlıyor, her bir tarlada çalışanlar için farklı roller biçiyor, akşam evlerinde neler olur acaba diye hayal ediyordum. Jandarmanın yaptığı çevirmelerde insanların tavırlarını süzüyor, muavinlerin senle ilgilenme seviyelerinden kaç senedir bu işi yaptıklarını tahmin edebiliyordum.

Aslında haklısın sevgili N. otobüsler güzeldir. Sen belediye otobüslerinden bahset hep,ben de şehirlerarasılardan, olur mu?

ayrıca bakabilirsiniz: http://ny12da.blogspot.com/2010/08/ann-totemleri.html

4 Ağustos 2010 Çarşamba

belgesel izlemek.



Yer: bekar evi
Zaman: akşam
Yapılan eylem: belgesel izlemek, aynı anda pizza yemek, kola içmek..


- Nası yani köpekler kurttan mı evrilmiş, ama nasıl oluyo da köpekler kurtlardan daha çeşit çeşit türde oluyo?
* Valla bildiğim kadarıyla köpeklerin hormonal olaylarından kaynaklanıyomuş. Öyle bişiler diyodu belgeselde. Kurtun zamanla yerleşik hayata geçen insanlara musallat olması neticesinde, kurt evcilleşmeye ve hani insanların artıklarını vs yemeye başlamış. 20 bin sene önce felan oluyomuş tabi bunlar.
- Evcilleşince mi köpeğe doğru evrilmeye başlamış yani?
* Evet abi, mesela evcilleşmenin göstergesi olarak da hatta, köpeklerin bebeksi/yavrumsu hareketlerini örnek veriyolar. Kulaklarının dikliğini kaybetmesi, kuyruklarını sallamaları, ulumak yerine havlamaları gibi.. Yani insanlar kendilerine tehdit olarak görmek istemediği için öyle görmek istemiş köpekleri gibi düşün..
- Valla ne biliyim evrim bana açıklayıcı gelmiyo, herşey tesadüf olabilir mi ki abi?
* Sen kız arkadaşınla nerde tanıştın abi peki? Anlatmıştın hani. 10 küsür milyon kişinin yaşadığı bi şehirde, ikinizin aynı anda aynı otobüse binmeniz, otobüs sırasında kızın senin önünde olması ve biletinin olmadığını farkettiğinde senin centilmenlikle fazla biletini vermen, bütün yol boyunca yanyana oturup muhabbet etmeniz inanılmaz anlaşmanız vs..
- Ya haklısın tesadüf oluyor da, ne biliyim doğada herşey çok kusursuz gibi, tıkır tıkır çalışıyo mübarek. örneğin insan işte, organizma felan ne kadar 'bütün' gözüküyo.
* Abi, bak mesela kurtlar geceleri görebiliyo acaip, kimi hayvanlar bizim duyamadığımız ses frekanslarını algılayıp tehlikeden kaçıyolar mesela. Yani biz kusursuz yada en üst seviyede değiliz ki...
- .....
* Ohaa lan dişlere bak hayvanın!!
- Seni beni çiğ çiğ yer bunlar aga, gözünün yaşına bakmaz yemin ediyom valla.


gibi bi muhabbet ettiğini düşündüm herhangi bi iki kişinin bu akşam, ben belgesel izlerken..

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Geceden Arta Kalan / Sabahı Hazırlayan

Sabahın bu saatinde (06:22) eve yeni gelmiş bulunuyorum. Gecenin uzunluğu ve güzelliği saat 5 sularında (sabah ezanını müteakip) bir yorgunluk halet-i ruhiyyesi ile sona erecek gibi geldiyse de; arkadaşımın evinden ayrılınca, kendimi bambaşka bi atmosferde buldum. Metroya kadar yürümeye üşendim bi taksiye atlıyım bence diyen kendim, kendimi evimin yoluna doğru fütursuzca yürürken buldum.

Bomboş yollar, caddenin en ortasından yürümek tüm güzergahı, bi kedi ölüsü, iki kusmuk, sayısızca dağılmış halde köşebaşıçöpleri, 2şer 3er sokakları ele geçiren yeşil giysili süperkahraman çöpçüler, simit tablasını kurmuş müşteri beklerken çocuğuyla çay-simit yapan simitçi dayı, henüz açılmamış bakkalların önüne atılmış gazete tomarları ve ekmek kasaları, ayrıca Zaman gastesi dağıtan motorcular, büyük ihtimalle çiftleşirken beni farkedip bozuntuya vermeyen iki köpek, çeşitli duvarlara oturmuş ve muhtemelen işe gitmek için servis vs bekleyen adamlar ve bu süre içinde bana eşlik eden grimsi bi günışığı, sayısız derecede ve son derece net işitilen kanat çırpışlar,alarm sesleri ve öksürükler...

En sahici gecesini de gündüzünü de az önce geçirdiğim bu şehir, bana iyice bi film stüdyosu gibi geldi. Biraz önce yürürken sanki bir seramoninin ortasındaydım. Şehir bana kırmızı halıyı yaymış ve bütün tanıdık karakterlerini görmemi bekliyordu. O saatte orda olmaması gereken tek kişi bendim sanki. Ama bi şekilde şehir bana bu yanını da göstermek istiyordu. Ben de memnuniyetle teşrif ettim bu nazik davete.

Haa, bi de bunun üzerine derin ve uzun bi uyku gerçekten iyi gelir. Bi de güzel bi rüya görmeyeli 4-5 ay oldu, hani bu gecegündüzün hatrına bi kıyak yapılır bana belki, ha bilinçaltım?

27 Temmuz 2010 Salı

bissürü 'ben'ler.



"Yırtık sayfalarla dolu bir roman okudun mu sen hiç?
Bomboş evler içinde bir şehir, orda büyüdün mü?"


yazmışım zamanında bir kağıt parçasına. İnsan geçmişe ait bişiyler bulunca hoşuna gidiyor uzunca zaman sonra. Mesela şimdi ilk dizeyi asla böyle yazmazdım diyorum, çok klişe bişiymiş niye farkedememişim ki diyorum hatta. Ama ikinci kısmı yazan ellerini beğendim 2 yıl önceki kendimin.

Geçmişe bakınca kendi halime gülüyorum bazen, bazen ne salakmışım diyor bazen de nasıl akıl edebilmişim lan şimdi olsa yapamam böyle bişiyi diyorum mesela.

Bu kadar başka 'ben' olabiliyosa bi insan bi kaç sene içinde bile, başka insanların hareketlerini nasıl bu kadar rahat eleştirebiliyoruz diyorum sonra. "Geçen sene böyle böyle diyodu, baksana şimdi yaptıklarına, ne kaypak adam/kadın!" gibi yorumlar getiren cümleleri fazla önemsemiyorum. İnsan dediğin değişir yahu, bu kadar açıktır bence. Fikirleri de, davranışları da, sözleri de...Bunu kabullenmek bile zordur belki bilemedim.

Daha önceki davranışlarını içten içe takdir ettiğiniz biri, çok aptalmışım onları yaparken diyince dumur olabiliyorsunuz. Ya da arkadaşlarınız/sevdiceğiniz/aileniz aynı şeylere farklı tepkiler verince de..

Bu yazı nereye varır bilmiyorum ama ben biraz da şunu öğrendim galiba. Çok klişe bi laftır aslında. Ama bişiy yaşıyosam ona güzel, kötü, gereksiz, iyi gibi sıfatlar yüklememeye başladım. O an üzülüyor yada seviniyorum o kadar. Ama gülüyosam o şey 'güzel' olmayabilir, bunu bilemem. Her şeyi sadece 'Tecrübelerim' klasörüne kopyala-yapıştır metoduyla kaydediyorum. Sonra bakıp ilerisi için bişiyler çıkar mı diye göz gezdiriyorum arada, hepsi bu. İsterlerse başkalarının 'Tecrübelerim'ine de bluetooth ile gönderebilirim, o ayrı.

25 Temmuz 2010 Pazar

"arkadaşlar iyidir."



Bugün bi arkadaşım "belirsizlikler sosyalleşmeyi arttırır." dedi. Bu düşüncesini kuvvetlendirmek için ise; adres sorma, devlet dairesinde işlemeyen bi veznenin arkasında boş boş sıra beklerken topluca bir galeyan yaratma, üniversite sınavına hazırlanırken herkese 'nereyi istiyosun netlerin kaç' gibi sorular yöneltme tarzında örnekler canlandırdım kafamda. Evet, sanırım haklılık payı çok büyük.

Sonra da başka bi arkadaşımla geçen gece konuştuğumuz mevzuyu hatırladım. "İnsanoğlu bencildir." diyordu. "Hatta bunu kanıtlamamız için ortaya örnek sürmemize bile gerek yok."

Böyle insanların çevremde olması beni oldukça mutlu kılıyor ve şanslı olduğumu hissetmemi sağlıyor. Zihin açıcı ve samimi konuşmaları hep sevmişimdir sevgili blog. Bu iki insanın konuşmalarını kafamda birleştirdim haliyle. İnsan kendinin yetişemediği, aciz kaldığı durumda başkasına ihtiyaç duyar. Yolda yürürken, yataktayken, bişi danışırken, canı sıkkınken, bu hep böyledir. Bişi belirsiz ise kafasında, bir başka 'kafa'ya ihtiyaç duyar. Ama hep kendi sorununu halletmek içindir ve daha sonrası o 'kafa' onun için bişi ifade etmeyebilir.

Bu üstesinden gelinebilir bişiy mi bilmiyorum. Ama en azından farkına varmalıyız ki, bunu farketme/halletme konusunda yol kateden kişiler ne kadar etrafımızda ise, o kadar şanslıyız. Çevremdeki zihin açıcı ve samimi insanlar, umarım siz de benle ilgili aynı şeyleri hissediyorsunuzdur.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Pencere



Üstü kapalı olan bi apartman boşluğuna açılan pencerenin bulunduğu bi odam var ve tek pencerem de bu. Çok gereksiz görürdüm burasını, daha doğrusu önemsemezdim bile. Karşılıklı pencereler birbirlerine bakmakta ve bütün o 'bakan' pencereler kalın perdelerle örtülmüş vaziyette. Apartman boşluğundan herkes bihaber gibi. O kadar alışmışım ki gece zifiri bir karanlıkta uyumaya, sabah kalkınca hava açık mı kapalı mı anlamamaya.. Sanki orada bi perde vardı ve arkasında ne olduğu kimseyi ilgilendirmiyordu; ne beni, ne diğer apartman sakinlerini. Velhasıl kelam bu pencere, bildiklerimizden değildi öyle.. Orhan Veli bile demişti :

"Pencere, en iyisi pencere;
Gecen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine."


Ama ilk defa Orhan Veli'yi okurken katılmıyordum. Kuşlar yoktu burda, ara sıra müzik sesleri gelirdi, hepsi bu.

Ama bugün ne hikmetse, sadece arada havalandırmak için ve içinde ben yokken açardım, tüm gün açık tuttum. Müzik sesleri geldi ilk önce, klasik oyun havaları, sonra pop bişiler yükseldi bi yerden, sonra Guns n Roses'ın 1-2 klasik şarkısı çaldı. Rock müzik seven bir ergen var apartmanda diye düşündüm. Sonra yemek kokularını hissettim. Nohut ve taze fasulye kesinlikle geldi burnuma, ama sanki börek, çörek de pişiyordu bi yerde. Daha sonra bi-iki bağırış duydum, bi anne-kız tartışıyolardı. Kalktım sigaramı yaktım, sigara dumanını apartman boşluğu çekmeye başladı yukarı doğru. Odamı kokutmadan sigara içebileceğimi hiç hesaplamamıştım daha önce. pencereye oturdum sigarayı yarılarken kafamı dışarı çıkarıp diğer 'pencere-hayat'lara baktım. 2 tanesinden perdeler uçuşuyordu, geri kalanları kapalıydı, kalın perdeleri de çekik..

Ben niye önemsememişim burayı bilemedim, ama eğlenceli gelmeye başladı. Kalın perdelerimi çekmiyorum artık, sigaramı da burda içicem hem de kafamı dışarı uzatıp üst katlara bakarak. Bunun gibi pek çok şeyi görmezden gelmişimdir diye düşündüm sonra, farkında olmadan perdeler kapalı kalmıştır, hatta karşı pencere-hayatlar da benim kapalı yada açık tuttuğumu bilmeden, kapalı tutmaya devam etmişlerdir örneğin. Ya da tam tersi de geçerli olabilir tabi. Ordaki farklı müzikleri, yemek kokularını alamamışımdır dedim sonra.

Bunları düşünürken, sigara bitti. Nereye söndüreceğimi bilemedim. Küllüklerden birini alıp pervaza koydum. Bakarsın küllüğü görenler sigara içmeye başlar pencerelerde ve perdeler kapalı kalmaz her zaman...

13 Temmuz 2010 Salı

Google Sürprizleri vol.1


Sadece merakıma dayanıp "german rock bands" yazmak istemiştim. Ama google'ın kısayol olarak çıkarttığı birinci ve beşinci sıradaki sonuçlar beni benden aldı...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

"Aşağki Maalle"nin Çeşmesi


Bugün, eski yaşadığımız evimizin bulunduğu mahalleye gittim yeniden. Her köşebaşında anılar varmış, insan hele ki 'şehirlerarası uzak' kalınca anlıyor haliyle. Koca 17 senem var orda.

Çocukluğum, ergenliğim, sağ kaşımda ve 2 adet de sol ayağımda olmak üzere dikiş izlerim, ilk aşklarım, camiye gidişlerim/bırakışlarım, top oynarken kaçışlarım, bisiklete ve kızaklara binişlerim, evden kaçışlarım, saklı saklı erotik dergilere bakışlarım, bakkalden bişiler çalışlarım, 'danse davet' oynayışlarım. Uzayıp gider bu liste.. Bir manada çoğunlukla sevmesem de insanlarını, hepsi hayatımın bir yerine değer ve anılarımda yer eder. Ki 'bir apartman çocuğu' olarak yetişmediğim için minnet duyduğum 'çocukluk mabedidir' bir manada..

Bi de, insan işte o çocukluk, ergenlik döneminde kavrar ya temel şeyleri. İkilikleri çözme de onlardan biridir. Erkek-kadın, tembel-çalışkan, güçlü-zayıf, güzel/yakışıklı-çirkin,vs.. Tabi ki yaşadığın çevre de hem genel olarak bir şeyi kavramsallaştırırken içini doldurmanda, hem de bu ikilikleri belli şekilde yorumlamanda etkili olur. Benim için de o mahalle önemlidir bu yüzden.

Galiba fallik dönemi denilen o çocukluk periyodunda, karşı cinsi en gizli,safiyane ve (o zaman için) heyecan verici yollarla tanıdığım mahalle.. Maçlardan sonra çıkan kavgalarda hep altta kaldığım ama derslerimin hep 5 olması nedeniyle el üstünde tutulduğum mahalle.

Bu ikiliklerden biri de "biz-siz" olma güdüsüdür zannımca. Her ne kadar "efenim, ulus-devletin inşa edilme sürecinde bir meşrulaştırma aracı olarak ötekileştirme ve...." gibi devam eden cümlelerden yorulmuş olsam da; kimlik oluşturulması açısından verilen reflekslerde önemli bi aygıttır "bizlik-sizlik kurumu"..

Normalde sürekli kavga ederdik 'bizim' mahallede. "geçen maç defansta durdum, şimdi forvette durucam lan!" yada "hep çalıma kaçıyo, o oynarsa ben oynamam" gibi serzenişlerimiz de vardı. Ama ne zamanki "aşağki maalle" ile bilye, taso yada futbol oyniycaktik ki, maç sırasında 'bir' olurduk. Karşı tarafa ürkmediğini ve hatta "bizim/yukarki maalle"den korkulması gerektiğini göstermenin önemli metoduydu. Herkes birbirine inanırdı ve en ufak itiraz yaşanmazdı. Maçta galip gelince ise "aşağki maalle"nin 'o' çeşmesine gider, terli halde kana kana buz gibi suyu içer; kafamızı ve ayaklarımızı yıkardık. Birinin 'musluğun yarısını parmaklarıyla kapayıp bastırmak suretiyle su fışkırtması' eylemiyle ise çoşku zirveye tırmanırdı. Kovalamacalar,itişmeler birbirine karışır; "bizim" maalleye gelince evlere dağılınmasıyla sona ererdi.

Yazının başına dönmeliyim şimdi. Geçen mahalleye gittim, bunlar aklıma geldi yada ben öyle hissettim ki "aşağki maalle"ye uğrayayım dedim. Hatta çeşmesinde bu sıcakta su da içerim dedim. Liseden beri 7-8 sene olmuştur uğramayalı. Tabi ki çok değişmiş. Tanıdık esnaf, tanıdık yüz kalmamış. Halkekmek büfesi gitmiş, 'Hacının Kasap'ının dükkanı tuhafiyeci olmuş; içinde hayaletler,cinler,vs olduğu söylenen harabe evin yerine 3 katlık bi apartman kondurulmuş. 'Bizim' mahalle ile ilgili gördüklerimin hepsi burası için de geçerli olmuş. Hiç bişi eskisi gibi değil. Artık her ikisi de "bizim-sizin" değil artık, "onların" olmuş; tanımıyorum hiç birini ve hiç bişi ifade etmiyo nedense.

Hah,çeşmeyi buldum en azından. Eğilip su içiyim kana kana hiç olmazsa dedim. Aman, ne kadar da alçaktaymış bu çeşme! Dizlerimi yere koyarak başardım içmeyi,şaşırdım. Sonra farkettim, ben de hiç bi manada eskisi gibi değilim ki, neyin aynı kalmasını istemeye hakkım var?

6 Temmuz 2010 Salı

"....."



Televizyon karşısından fellik fellik izleyecek bişiler aradığınız vakitler, bazen bi filme denk geliyorsunuz. Durup dururken sarıyor sizi. Ama bazen önemsiz oluyor ismi, yönetmeni..Bazen de,'neymiş bu ya dur araştırıyım' felan diyosunuz.

Duygular var ya hani çoğu zaman, "adını koyalım şu iişkinin berktuğ yaa!!!" gibi serzenişlerle de açıklayabileceğimiz... Bi şeyi hissediyoruz, yaşıyoruz, duyumsuyoruz ama onun ne olduğu önemli olmuyo bazen. Bazense onun ne olduğunu çözebilmek için sabırsızlanıyoruz. Hatta ne olduğunu anlayalım derken, hissettiğimiz şey kayboluyo. Belli bi kalıba sokmak istiyoruz herşeyi. 'Bunun adı şuysa, buna göre yaşamalıyım' diye düşünürken, eski halinizde olamıyor, o duyguları tadamıyorsunuz.

Bu sefer de böyle olsun benim için. Güzel film vesselam, oyuncular, konu iyi. Ama filmin adıyla ilgilenmiyorum bu kez. Hatta istersem ben bile isim uydururum yahu ne var, diğ mi?

arabanın arkasına asılan çocuk.


Sebebini bilmiyorum ama oldukça mutluydu bu çocuk, bugün gördüm daha. Üzerinde yırtık bi tişört, altında şort ve terlik, yüzünde karpuz çekirdeği yapışmış halde. Büyük ihtimal annesi sokakta oynarken eline tutuşturmuştu. Arabaları çok mu severdi, çöpçülerin taklidini mi yapardı arkadaşlarına, ya da aşağı sokaklara gitmek için her zaman kamyonetlerin arkasına atlar mıydı böyle bilemedim. Ama mutluydu işte.

Sonra aklıma Kundera amca geldi. "Yavaşlık"ın başında,daha ik sayfasında 'hız yapma' sevdasını nasıl da güzel açıklamıştı. "Kendini hıza kaptırıp giden insan, zamanın somut bi saniyesine kaptırır kendini yalnızca. Geçmiş ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur,zamanın sürekliliğinden kopmuştur. Bu yüzden ne geçmiş onu rahatsız eder, ne de gelecek kaygılandırır."

Çocuk Kundera'yı bilmezdi herhalde, ama deneylerini doğrulayan ve formülde yerine koyulan sayıydı o an. Kimbilir babası ve annesi nası insanlardı, onlardan kaçmak için yada akşam yine dayak yiğceğini bildiği için kaptırıvermişti kendini 'hız'a ve arabanın o güvensiz demirine tutunuvermişti belki.

Bana bak çocuk! Sıkı tutun, bi de akşam ezanı okunmadan evde ol, fena olabilir sonu..