28 Temmuz 2010 Çarşamba

Geceden Arta Kalan / Sabahı Hazırlayan

Sabahın bu saatinde (06:22) eve yeni gelmiş bulunuyorum. Gecenin uzunluğu ve güzelliği saat 5 sularında (sabah ezanını müteakip) bir yorgunluk halet-i ruhiyyesi ile sona erecek gibi geldiyse de; arkadaşımın evinden ayrılınca, kendimi bambaşka bi atmosferde buldum. Metroya kadar yürümeye üşendim bi taksiye atlıyım bence diyen kendim, kendimi evimin yoluna doğru fütursuzca yürürken buldum.

Bomboş yollar, caddenin en ortasından yürümek tüm güzergahı, bi kedi ölüsü, iki kusmuk, sayısızca dağılmış halde köşebaşıçöpleri, 2şer 3er sokakları ele geçiren yeşil giysili süperkahraman çöpçüler, simit tablasını kurmuş müşteri beklerken çocuğuyla çay-simit yapan simitçi dayı, henüz açılmamış bakkalların önüne atılmış gazete tomarları ve ekmek kasaları, ayrıca Zaman gastesi dağıtan motorcular, büyük ihtimalle çiftleşirken beni farkedip bozuntuya vermeyen iki köpek, çeşitli duvarlara oturmuş ve muhtemelen işe gitmek için servis vs bekleyen adamlar ve bu süre içinde bana eşlik eden grimsi bi günışığı, sayısız derecede ve son derece net işitilen kanat çırpışlar,alarm sesleri ve öksürükler...

En sahici gecesini de gündüzünü de az önce geçirdiğim bu şehir, bana iyice bi film stüdyosu gibi geldi. Biraz önce yürürken sanki bir seramoninin ortasındaydım. Şehir bana kırmızı halıyı yaymış ve bütün tanıdık karakterlerini görmemi bekliyordu. O saatte orda olmaması gereken tek kişi bendim sanki. Ama bi şekilde şehir bana bu yanını da göstermek istiyordu. Ben de memnuniyetle teşrif ettim bu nazik davete.

Haa, bi de bunun üzerine derin ve uzun bi uyku gerçekten iyi gelir. Bi de güzel bi rüya görmeyeli 4-5 ay oldu, hani bu gecegündüzün hatrına bi kıyak yapılır bana belki, ha bilinçaltım?

27 Temmuz 2010 Salı

bissürü 'ben'ler.



"Yırtık sayfalarla dolu bir roman okudun mu sen hiç?
Bomboş evler içinde bir şehir, orda büyüdün mü?"


yazmışım zamanında bir kağıt parçasına. İnsan geçmişe ait bişiyler bulunca hoşuna gidiyor uzunca zaman sonra. Mesela şimdi ilk dizeyi asla böyle yazmazdım diyorum, çok klişe bişiymiş niye farkedememişim ki diyorum hatta. Ama ikinci kısmı yazan ellerini beğendim 2 yıl önceki kendimin.

Geçmişe bakınca kendi halime gülüyorum bazen, bazen ne salakmışım diyor bazen de nasıl akıl edebilmişim lan şimdi olsa yapamam böyle bişiyi diyorum mesela.

Bu kadar başka 'ben' olabiliyosa bi insan bi kaç sene içinde bile, başka insanların hareketlerini nasıl bu kadar rahat eleştirebiliyoruz diyorum sonra. "Geçen sene böyle böyle diyodu, baksana şimdi yaptıklarına, ne kaypak adam/kadın!" gibi yorumlar getiren cümleleri fazla önemsemiyorum. İnsan dediğin değişir yahu, bu kadar açıktır bence. Fikirleri de, davranışları da, sözleri de...Bunu kabullenmek bile zordur belki bilemedim.

Daha önceki davranışlarını içten içe takdir ettiğiniz biri, çok aptalmışım onları yaparken diyince dumur olabiliyorsunuz. Ya da arkadaşlarınız/sevdiceğiniz/aileniz aynı şeylere farklı tepkiler verince de..

Bu yazı nereye varır bilmiyorum ama ben biraz da şunu öğrendim galiba. Çok klişe bi laftır aslında. Ama bişiy yaşıyosam ona güzel, kötü, gereksiz, iyi gibi sıfatlar yüklememeye başladım. O an üzülüyor yada seviniyorum o kadar. Ama gülüyosam o şey 'güzel' olmayabilir, bunu bilemem. Her şeyi sadece 'Tecrübelerim' klasörüne kopyala-yapıştır metoduyla kaydediyorum. Sonra bakıp ilerisi için bişiyler çıkar mı diye göz gezdiriyorum arada, hepsi bu. İsterlerse başkalarının 'Tecrübelerim'ine de bluetooth ile gönderebilirim, o ayrı.

25 Temmuz 2010 Pazar

"arkadaşlar iyidir."



Bugün bi arkadaşım "belirsizlikler sosyalleşmeyi arttırır." dedi. Bu düşüncesini kuvvetlendirmek için ise; adres sorma, devlet dairesinde işlemeyen bi veznenin arkasında boş boş sıra beklerken topluca bir galeyan yaratma, üniversite sınavına hazırlanırken herkese 'nereyi istiyosun netlerin kaç' gibi sorular yöneltme tarzında örnekler canlandırdım kafamda. Evet, sanırım haklılık payı çok büyük.

Sonra da başka bi arkadaşımla geçen gece konuştuğumuz mevzuyu hatırladım. "İnsanoğlu bencildir." diyordu. "Hatta bunu kanıtlamamız için ortaya örnek sürmemize bile gerek yok."

Böyle insanların çevremde olması beni oldukça mutlu kılıyor ve şanslı olduğumu hissetmemi sağlıyor. Zihin açıcı ve samimi konuşmaları hep sevmişimdir sevgili blog. Bu iki insanın konuşmalarını kafamda birleştirdim haliyle. İnsan kendinin yetişemediği, aciz kaldığı durumda başkasına ihtiyaç duyar. Yolda yürürken, yataktayken, bişi danışırken, canı sıkkınken, bu hep böyledir. Bişi belirsiz ise kafasında, bir başka 'kafa'ya ihtiyaç duyar. Ama hep kendi sorununu halletmek içindir ve daha sonrası o 'kafa' onun için bişi ifade etmeyebilir.

Bu üstesinden gelinebilir bişiy mi bilmiyorum. Ama en azından farkına varmalıyız ki, bunu farketme/halletme konusunda yol kateden kişiler ne kadar etrafımızda ise, o kadar şanslıyız. Çevremdeki zihin açıcı ve samimi insanlar, umarım siz de benle ilgili aynı şeyleri hissediyorsunuzdur.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Pencere



Üstü kapalı olan bi apartman boşluğuna açılan pencerenin bulunduğu bi odam var ve tek pencerem de bu. Çok gereksiz görürdüm burasını, daha doğrusu önemsemezdim bile. Karşılıklı pencereler birbirlerine bakmakta ve bütün o 'bakan' pencereler kalın perdelerle örtülmüş vaziyette. Apartman boşluğundan herkes bihaber gibi. O kadar alışmışım ki gece zifiri bir karanlıkta uyumaya, sabah kalkınca hava açık mı kapalı mı anlamamaya.. Sanki orada bi perde vardı ve arkasında ne olduğu kimseyi ilgilendirmiyordu; ne beni, ne diğer apartman sakinlerini. Velhasıl kelam bu pencere, bildiklerimizden değildi öyle.. Orhan Veli bile demişti :

"Pencere, en iyisi pencere;
Gecen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine."


Ama ilk defa Orhan Veli'yi okurken katılmıyordum. Kuşlar yoktu burda, ara sıra müzik sesleri gelirdi, hepsi bu.

Ama bugün ne hikmetse, sadece arada havalandırmak için ve içinde ben yokken açardım, tüm gün açık tuttum. Müzik sesleri geldi ilk önce, klasik oyun havaları, sonra pop bişiler yükseldi bi yerden, sonra Guns n Roses'ın 1-2 klasik şarkısı çaldı. Rock müzik seven bir ergen var apartmanda diye düşündüm. Sonra yemek kokularını hissettim. Nohut ve taze fasulye kesinlikle geldi burnuma, ama sanki börek, çörek de pişiyordu bi yerde. Daha sonra bi-iki bağırış duydum, bi anne-kız tartışıyolardı. Kalktım sigaramı yaktım, sigara dumanını apartman boşluğu çekmeye başladı yukarı doğru. Odamı kokutmadan sigara içebileceğimi hiç hesaplamamıştım daha önce. pencereye oturdum sigarayı yarılarken kafamı dışarı çıkarıp diğer 'pencere-hayat'lara baktım. 2 tanesinden perdeler uçuşuyordu, geri kalanları kapalıydı, kalın perdeleri de çekik..

Ben niye önemsememişim burayı bilemedim, ama eğlenceli gelmeye başladı. Kalın perdelerimi çekmiyorum artık, sigaramı da burda içicem hem de kafamı dışarı uzatıp üst katlara bakarak. Bunun gibi pek çok şeyi görmezden gelmişimdir diye düşündüm sonra, farkında olmadan perdeler kapalı kalmıştır, hatta karşı pencere-hayatlar da benim kapalı yada açık tuttuğumu bilmeden, kapalı tutmaya devam etmişlerdir örneğin. Ya da tam tersi de geçerli olabilir tabi. Ordaki farklı müzikleri, yemek kokularını alamamışımdır dedim sonra.

Bunları düşünürken, sigara bitti. Nereye söndüreceğimi bilemedim. Küllüklerden birini alıp pervaza koydum. Bakarsın küllüğü görenler sigara içmeye başlar pencerelerde ve perdeler kapalı kalmaz her zaman...

13 Temmuz 2010 Salı

Google Sürprizleri vol.1


Sadece merakıma dayanıp "german rock bands" yazmak istemiştim. Ama google'ın kısayol olarak çıkarttığı birinci ve beşinci sıradaki sonuçlar beni benden aldı...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

"Aşağki Maalle"nin Çeşmesi


Bugün, eski yaşadığımız evimizin bulunduğu mahalleye gittim yeniden. Her köşebaşında anılar varmış, insan hele ki 'şehirlerarası uzak' kalınca anlıyor haliyle. Koca 17 senem var orda.

Çocukluğum, ergenliğim, sağ kaşımda ve 2 adet de sol ayağımda olmak üzere dikiş izlerim, ilk aşklarım, camiye gidişlerim/bırakışlarım, top oynarken kaçışlarım, bisiklete ve kızaklara binişlerim, evden kaçışlarım, saklı saklı erotik dergilere bakışlarım, bakkalden bişiler çalışlarım, 'danse davet' oynayışlarım. Uzayıp gider bu liste.. Bir manada çoğunlukla sevmesem de insanlarını, hepsi hayatımın bir yerine değer ve anılarımda yer eder. Ki 'bir apartman çocuğu' olarak yetişmediğim için minnet duyduğum 'çocukluk mabedidir' bir manada..

Bi de, insan işte o çocukluk, ergenlik döneminde kavrar ya temel şeyleri. İkilikleri çözme de onlardan biridir. Erkek-kadın, tembel-çalışkan, güçlü-zayıf, güzel/yakışıklı-çirkin,vs.. Tabi ki yaşadığın çevre de hem genel olarak bir şeyi kavramsallaştırırken içini doldurmanda, hem de bu ikilikleri belli şekilde yorumlamanda etkili olur. Benim için de o mahalle önemlidir bu yüzden.

Galiba fallik dönemi denilen o çocukluk periyodunda, karşı cinsi en gizli,safiyane ve (o zaman için) heyecan verici yollarla tanıdığım mahalle.. Maçlardan sonra çıkan kavgalarda hep altta kaldığım ama derslerimin hep 5 olması nedeniyle el üstünde tutulduğum mahalle.

Bu ikiliklerden biri de "biz-siz" olma güdüsüdür zannımca. Her ne kadar "efenim, ulus-devletin inşa edilme sürecinde bir meşrulaştırma aracı olarak ötekileştirme ve...." gibi devam eden cümlelerden yorulmuş olsam da; kimlik oluşturulması açısından verilen reflekslerde önemli bi aygıttır "bizlik-sizlik kurumu"..

Normalde sürekli kavga ederdik 'bizim' mahallede. "geçen maç defansta durdum, şimdi forvette durucam lan!" yada "hep çalıma kaçıyo, o oynarsa ben oynamam" gibi serzenişlerimiz de vardı. Ama ne zamanki "aşağki maalle" ile bilye, taso yada futbol oyniycaktik ki, maç sırasında 'bir' olurduk. Karşı tarafa ürkmediğini ve hatta "bizim/yukarki maalle"den korkulması gerektiğini göstermenin önemli metoduydu. Herkes birbirine inanırdı ve en ufak itiraz yaşanmazdı. Maçta galip gelince ise "aşağki maalle"nin 'o' çeşmesine gider, terli halde kana kana buz gibi suyu içer; kafamızı ve ayaklarımızı yıkardık. Birinin 'musluğun yarısını parmaklarıyla kapayıp bastırmak suretiyle su fışkırtması' eylemiyle ise çoşku zirveye tırmanırdı. Kovalamacalar,itişmeler birbirine karışır; "bizim" maalleye gelince evlere dağılınmasıyla sona ererdi.

Yazının başına dönmeliyim şimdi. Geçen mahalleye gittim, bunlar aklıma geldi yada ben öyle hissettim ki "aşağki maalle"ye uğrayayım dedim. Hatta çeşmesinde bu sıcakta su da içerim dedim. Liseden beri 7-8 sene olmuştur uğramayalı. Tabi ki çok değişmiş. Tanıdık esnaf, tanıdık yüz kalmamış. Halkekmek büfesi gitmiş, 'Hacının Kasap'ının dükkanı tuhafiyeci olmuş; içinde hayaletler,cinler,vs olduğu söylenen harabe evin yerine 3 katlık bi apartman kondurulmuş. 'Bizim' mahalle ile ilgili gördüklerimin hepsi burası için de geçerli olmuş. Hiç bişi eskisi gibi değil. Artık her ikisi de "bizim-sizin" değil artık, "onların" olmuş; tanımıyorum hiç birini ve hiç bişi ifade etmiyo nedense.

Hah,çeşmeyi buldum en azından. Eğilip su içiyim kana kana hiç olmazsa dedim. Aman, ne kadar da alçaktaymış bu çeşme! Dizlerimi yere koyarak başardım içmeyi,şaşırdım. Sonra farkettim, ben de hiç bi manada eskisi gibi değilim ki, neyin aynı kalmasını istemeye hakkım var?

6 Temmuz 2010 Salı

"....."



Televizyon karşısından fellik fellik izleyecek bişiler aradığınız vakitler, bazen bi filme denk geliyorsunuz. Durup dururken sarıyor sizi. Ama bazen önemsiz oluyor ismi, yönetmeni..Bazen de,'neymiş bu ya dur araştırıyım' felan diyosunuz.

Duygular var ya hani çoğu zaman, "adını koyalım şu iişkinin berktuğ yaa!!!" gibi serzenişlerle de açıklayabileceğimiz... Bi şeyi hissediyoruz, yaşıyoruz, duyumsuyoruz ama onun ne olduğu önemli olmuyo bazen. Bazense onun ne olduğunu çözebilmek için sabırsızlanıyoruz. Hatta ne olduğunu anlayalım derken, hissettiğimiz şey kayboluyo. Belli bi kalıba sokmak istiyoruz herşeyi. 'Bunun adı şuysa, buna göre yaşamalıyım' diye düşünürken, eski halinizde olamıyor, o duyguları tadamıyorsunuz.

Bu sefer de böyle olsun benim için. Güzel film vesselam, oyuncular, konu iyi. Ama filmin adıyla ilgilenmiyorum bu kez. Hatta istersem ben bile isim uydururum yahu ne var, diğ mi?

arabanın arkasına asılan çocuk.


Sebebini bilmiyorum ama oldukça mutluydu bu çocuk, bugün gördüm daha. Üzerinde yırtık bi tişört, altında şort ve terlik, yüzünde karpuz çekirdeği yapışmış halde. Büyük ihtimal annesi sokakta oynarken eline tutuşturmuştu. Arabaları çok mu severdi, çöpçülerin taklidini mi yapardı arkadaşlarına, ya da aşağı sokaklara gitmek için her zaman kamyonetlerin arkasına atlar mıydı böyle bilemedim. Ama mutluydu işte.

Sonra aklıma Kundera amca geldi. "Yavaşlık"ın başında,daha ik sayfasında 'hız yapma' sevdasını nasıl da güzel açıklamıştı. "Kendini hıza kaptırıp giden insan, zamanın somut bi saniyesine kaptırır kendini yalnızca. Geçmiş ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur,zamanın sürekliliğinden kopmuştur. Bu yüzden ne geçmiş onu rahatsız eder, ne de gelecek kaygılandırır."

Çocuk Kundera'yı bilmezdi herhalde, ama deneylerini doğrulayan ve formülde yerine koyulan sayıydı o an. Kimbilir babası ve annesi nası insanlardı, onlardan kaçmak için yada akşam yine dayak yiğceğini bildiği için kaptırıvermişti kendini 'hız'a ve arabanın o güvensiz demirine tutunuvermişti belki.

Bana bak çocuk! Sıkı tutun, bi de akşam ezanı okunmadan evde ol, fena olabilir sonu..